11 Şubat 2010 Perşembe



KEDİLER KADINLARA BAKABİLİR...


Bilge Karasu, “Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir,” der bir masalında ki pek çok erkek, kadınların kedi sevgisini anlayamaz tam da bu yüzden… Oysa anlaşılmayacak hiçbir şey yok; kadınlar da kediler de vahşi bir içgüdüye sahip bağımsız canlılardır. Ancak ikisi de uysallaştırılıp, evcil yaratıklar haline getirilerek taciz edilmişlerdir tarih boyu.
Keskin duyarlıkları, oyuncu ruhları, araştırıcı doğaları, her ortamda ayakta kalabilme ve değişen koşullara uyum sağlayabilme yetenekleri, güçlü sezgileri, cesaretleri ile
kediler ile kadınlar birbirlerine yakın akrabadırlar ve birbirlerine her koşulda bakabilirler, “başlarında” bir erkek olmadan! Hatta genellikle kedileri erkeklere tercih ederek... Barbara Ellen’ın da belirttiği gibi söz konusu olan sadık bir dostsa, kadınlar yastıklarının üstünde mırıldayan bir kediyi tercih ederler. Kedi düşmanı Melanie Reid ise kedilerin bu denli revaçta oluşunda feminizmi suçlu bulurken kediler ile feministlerin dostluğuna olan tahammülsüzlüğü gösterir. Sosyalist, lezbiyen feminist Anja Meulenbelt, ilke olarak sadece dişi kedi besleyen feminist arkadaşlarıyla bir sohbet sırasında kadın yazarlar için en ideal yaşam arkadaşının bir kedi olduğuna karar verdiklerini anlatır:
“Daha ilk baştan erkekler söz konusu olamazdı. Çünkü kendileri bir yaratıcılık patlaması yaşarken, bizim yüzyıllarca onlar için yaptığımız şeyleri bizim için yapmaya hazır erkeklere pek rastlanmıyordu.”
Geriye kalan tek çözüm aşk için part-time biri ve birlikte yaşamak için de bir kedidir.
Zira eğer erkek kedi sahne tamamlanır tamamlanmaz ortadan kaybolmazsa, dişi kedi bir anda tırnaklarını çıkarır ve onu bir daha da görmek istemez zaten. Kendine ait ilk kediyi ise hayatının en korkunç döneminde edinir Meulenbelt:
“Evden dışarı çıkmaya cesaretim yoktu, sabahtan akşama depresyon içindeydim, anne rolünü, ev bakımını, kocamı benimseyecek kadar hazırlıklı değildim.”
Kimi öykülerinde kedileri de kadınları da güvenilmez yaratıklardır olarak betimleyen Sami Paşazade Sezai’nin “Kediler” öyküsünde, evdeki bir dolu kedinin hükümranlığından rahatsız olan yaşlı adam, öykünün girişinde eşine sorar; “Hanım! En son cevabını isterim. Ya ben, ya kediler!” Karısının yanıtı elbette “Kediler!” olacaktır. Üzüntü içinde evi terk eder yaşlı adam, ne yapacağını bilemez, sonunda, yenilgiyi kabul ederek ve gururundan ödün vererek eve dönmeye karar verir. Nadiren de kadınların kedileri kıskandığı olmuştur, ama asla eril bir egosantrizm ile yapmazlar bunu. 1933 yılında yazdığı Dişi Kedi romanında Colette, “kadın-erkek” ilişkisini, tüm doğallığıyla mercek altına yatırır, bir kedinin yardımıyla… Kedisi Saha ile bir tür aşk yaşayan Alain, Camille ile evlenme hazırlığındadır. Saha olduğu sürece Alain’in tek kadını olamayacağını anlayan Camille bunun üzerine çılgına döner ve aşk, öldürücü bir kıskançlığa dönüşür. Romanda adı geçen Saha aslında Colette’in French Chartreux cinsi çok sevgili kedisi Franchette’dir. Kiki-La-Doucette adlı kedisini de Dialogues de Betes isimli eserinde kahramanlaştıran Colette, sıra dışı olduğu kadar bir kedi tutkunudur da.
Sıradan kedi olmadığını düşünen yazara göre “kedilerle harcanan zaman asla boşa gitmez”. Yalnız yaşayan kadınların bir kedi ile olan uyumlarını, mutluluklarını ve hazlarını anlamlandıramayan erkek egosu, tarih boyu kadın ile eşleştirdikleri kedinin özelliklerini, tercih söz konusu olduğunda üstlenmekte hiçbir beis görmez. Komedyen Jay Leno, bu tür erkeğe iyi bir örnektir: “Kadınlar niye kedileri sever hiç anlamıyorum!” der,”kediler bağımsızdır, sizi dinlemezler, çağırınca gelmezler, bütün gece dışarıda kalmayı severler ve eve gelince de yalnız kalıp, uyumak isterler, başka bir deyişle kadınlar, erkeklerde nefret ettikleri tüm özellikleri kedilerde olunca seviyorlar!”
Erkeklerde nefret edilen kimi özelliklere sahip olsalar da kadınlar kedileri sever, çünkü kedi, bir kadının olmaya ve bilmeye gerek duyduğu her şeyi ruhunda taşır, her derdin dermanını taşır; öyküler ve düşler, sözcükler ve şarkılar, işaretler ve simgeler, esin ve lirizm taşır. Hepsinden önemlisi yaratıcılık ve göçebelik taşır… Bir kedi ile kadının uyumunu asla aşamaz bir erkek, onların güçbirliğini yenemez ne yapsa. “Kedi Uyumu” adlı hikâyesinde Cortazar'ın itiraf ettiği gibi kadınla kedi arasındaki o gizemli yakınlığa, o özdeşleşmeye ve mistik kalp birliğine ulaşmak çok uzak ve güçtür. Karısı Alana ve kedileri Osiris üzerinden, bu beden bedene geçişteki kadim aşikârlığı ancak sözcüklerle betimlemeye uğraşır Cortazar:
“Osiris başını süt tabağından kaldırıp keyifle hırıldarken, Alana tam o sırada onun kara sırtını okşarken, kadınla kedinin benim ulaşamadığım, okşamalarımın erişemeyeceği düzlemlerde birbirlerini tanımaları…”
Bir sergi gezisi sırasında karısı Alana’nın uzun süre ‘pencereyle kedi’ resmine bakıp kımıltısız kalışını izler anlatıcı:
“Son bir değişimle çevresinden kesinkes kopuk, tek başına bir yontu oldu, kuşkular içinde yanına koşan, tuvalde yiten gözlerini bulmaya çalışan benden bile kopuktu.”
Dalgınlığında kımıltısız bir kedi, bir kadını donmuşluğunda kımıldatabilir. Cortazar’ın öyküsü, Özdemir Asaf’ın “Tablo” şiiriyle örtüşür adeta:
“Kedi kadının yanındaydı
Kadın gecenin yanındaydı
Kedi gitti geceye değdi karardı
Döndü kadına değdi
Bir kadın portresi belirdi
Elinde siyah bir gül vardı
Kucağında kırmızı bir kedi”
Neş’e Erdok (1940) “Sanatçının Kendi Portresi” (Perçem Düştü Kel Gözüktü, Ayaklar Suya Erdi) isimli tablosunda, kendisi ile hesaplaşmasını sürdüren yaş döngüsündeki kadının oyun arkadaşı ya da elektriğini etkisizleştiren, kaprissiz bir dost gibi anlatır son hücresine kadar gerinebilmenin esrikliğini yaşayan kediyi. Vericiliği, anaçlığı, yardım severliği, paylaşımcılığı, rahatlatıcılığı ile ön plana çıkan, tümüyle bir kadın disiplini olarak belirginleşen hemşirelik mesleğini adeta sembolleştirdiği kedi ile; ıskalayıp, ıskalamadığı yaşamını sorgulayan, saç dökülmesi, osteoporoz gibi yaşının getirdiği bedensel sıkıntıları ile yüzleşmeye başlayan ancak güzellik ve bakım gibi kaygılardan asla taviz vermeyen, yetişkinliğinin yaşlılığı ile buluştuğu dönemdeki kadını aynı tuvalde öyküler Erdok oto portresinde. “Kedi ve Kadın” yazısında Cem Altınel’ın belirttiği gibi, genç kızlık döneminde kedi, tüm olumsuz özelikleri üzerinde toplayarak ayartıcı ya da şeytansı ancak gizemini koruyan bir varlıkken, genç kadın için tam anlamıyla dişilik simgesi olan bir rakip konumuna geçer. Kadın yaşlanmaya başladıkça da kedinin özelikleri olumluya dönüşerek rakibin yerini oyuncu, eğlendirici, dert ortağı kimliği ile bir arkadaş olarak alır. Öyle ki kedi tanrıça Bastet bile gençliğinde erotizmin ve dişiliğin simgesi iken daha sonra ölüleri koruma, yağmur yağdırma, hastalara ve çocuklara şifa verme, müzik ve dans, ay, analık ve aşk tanrıçası haline gelir.
Kedi, kimi kez dişiliğin ve erotizmin, kimi kez anaçlığın ve dostluğun kimi kez de ne yazık ki uğursuzluğun simgesi sayılmıştır oldubitti. İskandinav pagan kültüründe "bereket"in temsilcisi olarak görülen kediler, Kelt kültüründe yüce güçlerin koruyucusudur. Yüce güçlerle birleşmek isteyen Keltler, dinleri gereği kedileri dinsel törenlerde kurban ederler ki kedilerle yapılan kanlı törenler, onlar için bir saldırganlık değil tam tersine kedilerin gücü ile birleşme arayışıdır. Kedilerin en şaşalı dönemi tartışmasız eski Mısır günleridir... En büyük tanrı Ra'nın güneşle özdeşleştiği ve firavunun Ra'nın oğlu olarak görüldüğü Eski Mısır'da, kedi tanrılar da güneşle ilişkilenmişlerdir. Kedi başlı Bastet ile aslan başlı Sakhmet, Güneş Tanrısı Ra'nın kızları olarak kabul edilmiştir. Dişiliğin simgesi, cinsellik ve doğurganlık tanrıçası Bastet için bir tarihçi şöyle yazar: “Kedi tanrıça, garip bakışı, çekik gözleri, kıvrak beli, soylu duruşu ve hayvani hayâsızlığıyla, her mısırlı kadının aklını karıştıran ve benzemek istediği bir yaratıktı." Bir başka tarihçiye göreyse kadınlar, kedinin yürüyüşüyle salınarak yürüyebilmek için çok uğraşırlardı. Hatta Kleopatra da bu hevese kendini kaptırmıştı.
Mısır’da birçok aile, özellikle de kız çocuklarına kedi çağırma nidası olan “Mit”, “Miut” seslerini isim olarak koyar, kadınlar makyajla yüzlerini kedilere benzetmeye çalışırlar, kedi başı heykeller, kötülüğe karşı dinsel motifler olarak saygı görür. Bütün kediler firavunun olduğu için kediyi incitmek ya da öldürmek çok büyük suç sayılır Mısır’da. Çünkü insanlar sadece insandır, ama kediler firavunlar gibi yarıtanrıdırlar. İşte bu yüzden krallara da bakabilirler ya cesaretle… Chrystine Brouillet, bir kedinin ağzından yazdığı Dokuz Canlı Edward’da reenkarnasyon yaşayan bir kediyi anlatır, Mısır uygarlığına geri dönerek. Eski Mısır’da doğan Haçlı seferlerini görmüş, I. ve II. Dünya Savaşları’nı yaşayan kedi Edward, Delphine’i eski yaşamındaki sahipleri ile de karşılaştırarak anlatır okura.
Eski Yunanlar da Mısır Tanrıçası Bastet'i kendi tanrıçaları Artemis ile eş tutmuşlardır. Artemis ile kedinin ortak yanlarından en önemlisi, birbirlerinin vücudu içine girebilmeleridir.
Ancak Mısır'da dinin içine yerleşmişken Roma'da bir evcil hayvandan öteye gidemez kediler. Ortaçağ Avrupası ise kediler için büyük zulüm dönemidir. Ortaçağdaki cadılık suçlamalarının baş hedefi kadınlar olduğu kadar kedilerdir de. Kediler özellikle kuşku altındadır, işkence edilerek kadınlarla birlikte öldürülür. Kral XV. Louis'nin saltanatı sırasında çuvallar dolusu lanetlenmiş kedi cadılarla birlikte halka açık meydanlarda yakılmıştır. Kadınların ve kedilerin, cadı, şeytanın işbirlikçisi olarak yakıldıkları bu 450 yılın ilk büyücü davası İngiltere'de görülür. Evlerinde kedi besleyen Agnes Waterhouse ile kızı Joan büyücülükle suçlanıp idam edilirler. Avrupa'daki katliamların başlıca nedeni, kedilerin ruhunda eski pagan Tanrıların kalıntılarının bulunduğu ve şeytanla işbirliği içinde olduklarının düşünülmesidir. 1489’da Malleus Meleficarum, Cadı avcılarının el kitabı olan “Cadıların Çekici”nde, sol omuzda şeytan işareti anlamına gelen bir yarayı, sürekli beslenen bir hayvanı (kuş, kedi, vb) ve uzun kızıl saçı cadılığın işareti olarak gösterir. Cadıların, kedileri kendi kanlarıyla emzirdiklerine, bu nedenle kedili kadınların üç memeli olduğuna inanılır.
Gerçekten de Amazon, Afrika ya da Okyanusya'nın uygarlaşıp doğaya yabancılaşmayan topluluklarında, öldürülen vahşi kedilerin yavruları kadınlar tarafından emzirilir. Ama doğanın dengesini yok eden, kadını hayvanla bir tutarak sömürgeleştiren eril dünyanın tahayyülü böylesi bir anlamdan yoksundur. Kedi de kadın da yabanıldır: Bir zamanlar vahşi olup sonra evcilleştirilen ve yeniden doğayla da yabani haline geri dönen yaratıktır… Clarissa Pinkola Estes yabanıl kadını, bir zamanlar doğal bir psişik durumda –yani, doğru vahşi akla sahip- olan, daha sonra, bir dizi olay sonucu ele geçirilen, böylece aşırı evcilleşerek olması gereken içgüdüleri ölgünleşen kadın olarak tanımlar. Ancak bu kadın, özgün vahşi doğasına geri dönme fırsatı bulduğunda, her türden tuzağa ve zehre doğru çok kolaylıkla atlar. Kedi oyuncudur ki yaratıcı hayatın ana damarı, özü, beyin kökü oyundur. Oynama itkisi bir içgüdüdür. Oyun yoksa yaratıcı hayat da yoktur. Kadınların garip olanı aşağılamasını, yeni ve olağandışı olandan kuşku duymasını, ateşli, coşkulu, oyuncu, yenilikçi olandan kaçınmasını, kişisel olanı kişisellikten arındırmasını yüreklendiren sistem, ölü bir doğa içinde, bir ölü kadınlar kültürü yaratmak istemektedir. Hayvanların aktif şekilde istismar ve yok edilmesinde hiç şüphesiz erkeklerden daha suçsuzdur kadınlar. Virginia Woolf, Three Guineas’ta şöyle der: “Kuşların ve hayvanların büyük bölümü sizin tarafınızdan öldürüldü, bizim değil!”
Marlen Haushofer değeri çok geç anlaşılan distopik romanı Duvar’da, Woolf’un bu sözünü trajik biçimde haklılaştırır. Dağda birkaç gün geçirmek için dostlarının kışlık evine giden ancak bir sabah uyandığında, geçit vermeyen, görünmez bir duvarın ardında kendini yalıtılmış bulan kadın, bir köpek, bir kedi ve bir inekle uygarlıktan kopuk hapis kalır. Kadını yalıtan ama aynı zamanda da koruyan duvar, aynı anda hem dışarıda bırakan hem de içine alan sürgünün çift anlamlılığına ilişkin bir metafordur. Onu doğaya, yabansı ve ürkütücü olanın alanına hapseden duvar, bildiği dünyaya bir daha dahil edilemeyeceği anlamına gelen bir sınırdır. Ancak duvarın ardına gömülen kadın, eşikleri atlayarak ve mucizevi bir başkalaşım sürecinden geçerek doğanın evrenine katılır. Kadına özgü değer tasarımlarından destek alan Duvar’da, güç, şiddet, doğaya hükmetmenin yerini sevgi, korumak, bakmak ve iyileştirmek gibi dişil kavramlar alır; ormanda gerçekten haksız davranabilecek tek varlık insan-oğludur. Zira sonunda adam ortaya çıkar ve kadının iki hayvanını sadistçe öldürür. Kadın için yazma eylemi, bu vahşi yok etme güdüsüne bir yanıt bulabilmek için son seçenektir artık... Tıpkı Anne Frank’ın yaptığı gibi… Ama ne var ki yaşadıkları zulmü sığındıkları tavanarasında, Almancada "küçük kedi" anlamına gelen Kitty’ye hitaben yazdığı günlüğünde anlatan Anne Frank’ı küçük bir kedi olarak gördüğü günlüğüne yazmak da kurtaramaz, çatı katında yalnızlığının, korkularının yarattığı küçük dostu kedicik de… Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi’nin (1975) önsözünde, hayvanları sevdiğini iddia eden, konuyla ilgili bir kitap yazdığını duyunca da onu çaya davet eden bir kadının evine karısıyla birlikte yaptıkları ziyareti anlatır. Singer’ın kadına karşı tavrı küçümseyicidir: Kadın bir arkadaşını daha çağırmıştır, o da hayvanları seviyordur, Singer şöyle aktarır:
“Ev sahibemizin arkadaşı eve bizden önce gelmişti ve gerçekten de hayvanlar üzerine konuşmaya can atıyordu. ‘Hayvanlara bayılıyorum’ diye başladı. (...) Uzun süre hiç durmamacasına konuştu. Kendisine ikram edilen jambonlu sandviçi alırken konuşmasına ara verdi ve sonra bize kaç hayvanımız olduğunu sordu.”
Singer hem hayvanları sevdiğini iddia etmesine rağmen bir yandan da et yiyen kadının ikiyüzlülüğünü kınamak, hem de hayvanları koruyanların duygusal yaklaşımıyla arasına mesafe koymak niyetindedir. Karısı adına da konuşarak, şöyle der:
“Yoksa hayvanlara özel bir ‘ilgi’ duymuyorduk. İkimizin de, birçok insanın aksine, kedilere, köpeklere ya da atlara öyle aşırı bir düşkünlüğümüz yoktu. Biz hayvanları ‘sevmiyorduk’.”
Feminist ve hayvan refahı eylemcisi Charlotte Perkins Gilman, bu tutarsızlığa dikkat çeker:
“Nasıl oluyor da zulme karşı olan, ev hayvanlarına bayılan medenî Hıristiyan kadınlar, milyonlarca zararsız hayvancığa uygulanan, olabilecek en büyük zulme bile isteye katkıda bulunuyorlar? [...] Kürkler tuzağa kıstırılan hayvanlardan elde ediliyor. Tuzağa kıstırılmak, bir hayvanın yaşayabileceği en büyük işkenceleri beraberinde getiriyor: Hapis, açlık, donma, çıldırtıcı bir korku ve acı. Eğer kadının biri, derilerinden ‘süsler’ yapabilmek için yüzlerce kedi yavrusunu kış vakti arka bahçesinde patilerinden assa veya sıkıştırsa ve onların debelenerek, kıvranarak, donarak, acı ve korku içinde bağırarak ölmesine göz yumsa, [...] canavar damgası yer.”
Ama kadınlar, kedilere asla zarar vermezler. Erkekse kendi güçsüzlüğünün intikamını bir kedi üzerinden de alabilir rahatlıkla. Kara Kedi adlı ünlü öyküsünde, yetersizlik ve kendinden nefret etme duygularını paylaşır okurla Edgar Allen Poe. O zamana dek hiç yazılmadık derecede dehşet verici olan bu öykünün esin kaynağı, kısmen Poe’nun kedisi Cattarina’nın karısı Virginia’ya düşkünlüğü, kısmen de Poe’nun ruhunun karanlık yönü yüzünden duyduğu endişedir. Karısına hiç zarar vermemiştir ama zarar verme korkusundan da, ona iyi bir hayat sağlayamadığı için çektiği vicdan azabından da hiç kurtulamamıştır Poe. Karısına bakmak için elinden geleni yapmıştır elbette ama üç renkli kedi Cattarina’nın Virginia’ya çok daha iyi baktığı ve çok daha sadık kaldığı da bir gerçektir.
Haraway’in de belirttiği gibi kadınlar olarak tüm temsillerin -kedi, köpek yavrularının-
akrabalığına ihtiyacımız vardır. Kadınlar için daima ekolojik bir yurt ütopyasının savunuculuğunu yapmış olan Ursula K. Le Guin’in evreninde de kediler, ejderhalar ve kadınlar yakın akrabadır. Çocuklar için yazdığı Kanatlı Kediler Masalı’nın ilk iki kitabı Türkçe’ye çevrilen Guin’in yarattığı ilk kanatlı kedi, bir kaplan kadar iri, bir insanın üstüne binebileceği kadar büyük bir kedidir ve yayımlanan ilk romanı Rocannon’un Dünyası’nda yer alır. Kanatlı ev kedileri fikri ise alışveriş listesinin kenarına karaladığı bir resimden doğar: “Ağaçların üstünden uçan minnacık bir kedi çizmiştim. Hena’ydı bu. Kanatlı Kediler Masalı’nın ilk öyküsü zihnimde bu desenle gelişti ve hepsini iki günde yazıp bitirdim.”
Dört kanatlı kedinin uçarak kendilerine yeni bir yuva, yeni ve daha iyi bir yaşam arayışlarını ve bu arayış sırasında yaşadıkları olayları hikâye eden masallar, her ne kadar çocuklar için yazılmış gibi görünse de vahşi doğanın arkasında bıraktığı patikayı seçip ayırt etmemiz adına görme gücümüzü keskinleştiren kavrayışlar sağlar. Masalları birer erginleyici olarak kullanan Angela Carter da fantastik olanı, masalları ve gotik hikâyeleri yeniden anlatırken politize eder. Gotik, feminist masalları bozup yeni biçimler verdiği 1979 tarihli Kanlı Oda’da, Mavi Sakal, kurtadam, çizmeli kedi gibi klasik anlatılar ve masallar, didaktik ve ahlâki mesajlarından sıyrılarak yepyeni bir anlam ve değer kazanır. Merak kediye öldürmez, aksine uyanışa giden yolu açar. Kadının merakının sadece sıkıcı bir röntgencilikmiş gibi sıradanlaştırılması, kadının en temel güçleri olan ayırt etme ve neden sonuç ilişkilerine dayanarak belirleme yetilerine saldırır, onun içgörüsünü, içedoğuşlarını, sezgilerini inkâr eder, tüm duyularını yadsır… Oysa Estes’in belirttiği gibi sezginin de kediler gibi bir şeyleri açıp bakan ve ayrıntıları inceleyen pençeleri vardır; personanın kalkanları arasından görebilen gözleri vardır; dünyevi insan kulağının sınırlarının ötesinde duyabilen kulakları vardır.
Bu nedenle sık sık polisiye edebiyatında kahramanlaştırılır kediler; ya dedektiflerin vazgeçilmez yardımcısıdırlar ya da bizzat dedektif! Şükran Yiğit’in Bir Akdeniz Kedisinin Hatıraları’ndaki kedi Doli, mahallenin meraklı ama ağırbaşlı, dedektif ruhlu, yeri gelince mesafeli, işine geldi mi kendini sevdiren, saygı gören yakışıklı, gri delikanlısıdır. Polisiyenin kraliçesi Patricia Highsmith’in hayatının ayrılmaz unsurları, bahçe, kediler ve salyangozlardır.
Yine bir kedi dostu olan yazar Lilian Jackson Brown ise tam 25 farklı kedili polisiye romana imza atmıştır. Her romanında olaylar orta yaşlardaki gazeteci bayan Jim Qwilleran ve iki Siyam kedisi Koko ve Yum Yum'un etrafında gelişir. Qwilleran bütün cinayetleri ve suçları kedileri sayesinde aydınlatır. Brown’ın, komşularının gaddarca oyunlarından dolayı 10. kattan düşüp ölen çok sevdiği Siyam kedisinin ağzından anlatmaya başladığı “Madame Phloi'nin Günahı” isimli öyküsü, kedili polisiye serisinin de başlangıcı olmuştur.
Spiritualistler de kedilerin üçüncü göze sahip olduklarına, ruhu gördüklerine ve aurayı okuyabildiklerine inanırlar. Muazzam ve sarsılmaz psişik araçlara sahip olan kediler ve kadınlar, kurnaz ve hatta bilişsellik öncesi bir hayvani bilince, dişiliği derinleştiren ve dış dünyada güvenle hareket etme yeteneğini keskinleştiren bir bilince sahiptir.
Angela Carter’ın yapıbozuma uğrattığı Charles Perrault'nun Çizmeli Kedi’si, insana özgü bir hayat yaşar. Hem bir yaratık olup hem de insanlar arasında yaşayan mistik bir bileşimdir. Carter’ın masallarındaki kediler, birleştirici, ruhani ve vahşi dişi doğasının temsilcisidirler.
Bu tür bir arzudan utanç duymamız içselleştirilmiş olsa da kedi, kadının vahşi arzusunun en meşru ve sadık onaylayıcısıdır. Ne kadar saklamaya çalışsak da vahşi kadının gölgesi, gündüz ve geceler boyunca pusuya yatmış bir halde varlığını sürdürmektedir. Nerede olursak olalım, arkamızda tırıs giden bu gölge kesinlikle dört ayaklıdır.
Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarı'nda isimli masalında Alice’i bir gölge gibi takip eden, her daim onun karşısına çıkarak mantığı temsil eden Cheshire Kedisi'nin tüm konuşmaları felsefi değer taşır ve Alice'i yaşam pencerelerini zorlar. Alice ne zaman ne yapacağını bilemez bir halde ortalıkta dolansa, içinden çıkılmaz durumlara düşse Cheshire Kedisi beyefendi bir bilge olarak beliriverir. Carroll, kadını doğanın, erkeği ise kültürün, aklın ve sağduyunun temsilcisi yapmıştır masalında, bu bir kedi bile olsa. Ki erkeklerin indinde nankör bir hayvandır da aynı zamanda kedi; hatta kendi yavrularını bile yiyebilir. Memduh Şevket Esendal’ın “Soysuz Kedi” adlı öyküsü kedi nankörlüğüne iyi bir örnektir. Yavrularını emzirmek yerine, kapatıldıkları dolapta onları yiyen bir anne kedinin hikâyesidir bu. Oysa kedinin nankörlüğüne dair bu safsata, bir kadın yazarın satırlarında bambaşka bir yöne evrilir. Sık sık kedilerinden bahsettiği “Yüzleşmeler”inde kedilerin insanlar tarafından nankör olarak değerlendirilmesine şaşmadığını çünkü kedileri tavlamanın zor olduğunu, örneğin basit bir ciğer parçasıyla başarılamayacağını yazar Tomris Uyar. Kedi kolay bir hayvan değildir. Sahibi olan insanı tavlamak belki de daha kolaydır. Çünkü insan, kimi zaman kediye göre daha çocuksu olabilir. Kedilerin de tıpkı insanlar gibi bir karakterleri olduğu ve aldatmaları, kıskançlıkları, aşkları ile kedi evrenindeki ilişkilerin de tıpkı insanoğlunun ilişkileri ile aynılık gösterdiğini anlatan Anja Meulenbelt’e göre “Kediler üzerine kitap yazmak affedilmez bir şeydir. Hemen hemen herkes zaten kediler hakkında yazmıştır.” Kedi edebiyatı hayli kabarıktır ama pek çok yazar kediler üzerinden neredeyse kendini anlatır.
“Dünya edebiyatındaki bütün o maço erkek kediler, baştan çıkartıcı kedi kadınlar kendini yansıtmadan başka bir şey değil. Bir yazardan en sevdiği evcil hayvan hakkında yazmasını isteyin sonuç, resmi ego aktarımlarından daha az şeyin saklandığı ve saptırıldığı tam bir otobiyografi olur.”
Oya Baydar Kedi Mektupları adlı romanında bu durumun ironisini yapar yine kedilerin ağzından. 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almış olan Kedi Mektupları, kediler aracılığıyla baskıcı toplumu, insanın insana olan anlaşılmaz eziyetini, 68 kuşağının iç hesaplaşmalarını sorguladığı kadar, kedilerin de bizler gibi etten kemikten olduklarını sorgular. Romanın kedi kahramanlarını Nina, acımasız eleştirilerini şöyle dile getirir:
“Hanımımın kedileri anlattığını sanırken aslında kendini ve kendi gibileri anlatması, edebi açıdan büyük bir eksiklik. Bu belki de onun kötü bir yazar olmasından değil de insan denen yaratığın kendine dönüklüğünden, doğayı ve hayatı bütünlüğü içinde kavrama yeteneğinden yoksun oluşundan kaynaklanıyor.”
Georges Bataille’ın Dinler Kuramı’nda işaret ettiği üzere hayvan, her zaman şeylere atfettiğimiz alt düzey gerçekliğe indirgenmez ve bu asla tam anlamıyla olmaz. Hayvanlara özgü bu karanlıklarda hoş, gizli ve acı veren bir duygu, içimizde samimi bir ışığın sürekli yanmasını sağlar gibidir...
Erkek yazarlardaki eril hasletlere asla gönül indirmeyen Bilge Karasu’nun metinlerinin orta yerine yerleşir kedi bir dirim simgesi, bir ışık olarak. Bir hayvanla iki insan arasındaki başarılı arkadaşlığın simgesi Güdük, insanların büyüttüğü Kedibey, Kerim'in çocukluğunun Mırmır kedisi, Kılavuz'da Mümtaz Bey'in kedisi Gümüş, insanın birlikte yaşamayı öğrendiği, karşılıklı bir dengenin kurulabildiği hayvanlardır.
Kedinin insan en yakın hayvan oluşu, pek çok bilim kurgu eserinin de ana temasıdır. İlk kez Bob Finger'la Bill Finger'ın yarattığı “Batman” serisinin 1940'ta yayınlanan birinci sayısında ortaya çıkan Kedi Kadın, 60 yıllık geçmişi boyunca defalarca ölüp yeniden dirilir ve hemen her defasında birbirinden farklı hikâye, kostüm ve isimlerle karşımıza çıkar. Büyüdüğü yetimhanenin müdürü tarafından tacize uğrayınca oradan kaçar ve kendini Gotham'ın arka sokaklarındaki vahşi hayatın ortasında bulur Kedi Kız, ancak muhtaç duruma düşmeye hiç niyeti yoktur. Doğuştan sahip olduğu yetenekleri, sezgileri ve zekâsını, hırsıyla geliştirerek usta bir hırsız yaratır kendinden. Ama bütün bunlar bir gün sokaklarda öldürüleceği gerçeğini değiştirmeyecektir. Neyse ki daima iyi davrandığı kediler tarafından hayata yeniden döndürülür. Ve esrarengiz bir değişim sürecinden geçerek kedilere özgü yetenekler kazanır. Her vahşi kedi gibi o da tehlikeli ve sıra dışıdır, ehlileştirilmemiştir.
Anja Meulenbelt, çocukken ilk kedilerinin doğumunu izlemesine izin verildiğini anlatır. Seks tabudur, annelik değil, kedilerin hayatında da. Yıllar sonra seks ve annelik arasındaki bağlantıyı açık seçik öğrenip evi terk ettiğinde hâlâ ilk kedilerini düşünüyordur. Dişi kediler zaptedilmez tutkuları olan kadınlardır, yüksek bir erotizm yayarlar. Bir kadın gibi ergenlik krizi, regl sancısı, doğum, annelik gibi olguları yaşarlar. Ama erotizm konusunda asla öğrenilmiş tavırları yoktur:
“Kedilerin aşk yaşamı çok açık seçiktir. Bir kere seks vardır, seks üremeye yarar ve işte bu kadar. Yanı sıra erotizm, şehvet ve teklifsizlik vardır. Bunlar zevk içindir.”
Bir kedi tepesinden kuyruğuna dek hazza yönelik erotik bir yaratıktır. Üstelik “eşine kendisinin de erojen bölgeleri olduğunu, basit bir şekilde girip çıkmanın en büyük hazzı vermek için hiç de iyi bir yöntem olmadığını anlatmak ya da masaj teknikleri öğrenmek için kurslara gitmelerine de gerek yoktur.” Meulenbelt’e hak vermemek elde değil! Erotizm konusunda bir kediye öğretebileceğimiz hiçbir şey olmadığı gibi ondan öğreneceklerimiz vardır. Hatta bizlere göre çok daha üstündürler. Kediler gibi bir omurga esnekliğine sahip olsaydık el aynaları ve vajinayı açmaya yarayan aletlerle yaptığımız bütün kendi kendini tanıma kursları gereksizleşirdi. Kendi bedeninde ve odağında olan bir kedi, iz sürebilir, koşabilir, emir verebilir, başından savabilir, hissedebilir, saklanabilir ve derinden sevebilir. Sezgisel ve mistiktir. Dolayısıyla da kadınların zihinsel ve ruhsal sağlığı için son derece gereklidir. Özellikle kadın yazarlara, mükemmel bir odaklanma yetisi iletirler. Katherine Mansfield’i bir Tibet kedisine benzeten Virginia Woolf günlüğüne şu notu düşer: "Bir kedi gibi. Yabanıl, ağır ve daima yalnız, kendi kendini koruyan... Tamamen kendine özgü, kendisi için yaşayan, sanatına odaklanmış, neredeyse fanatik, garip bir insan gibi göründü bana."
Odağı yitirmek, enerji yitimi anlamına gelir. Odağı yitirdiğimizde aceleyle her şeyi tekrar bir araya toplamak kesinlikle yanlıştır; oturup sallanmamız gerekir. Sabır, huzur ve sallanmak fikirleri yeniler. Bu, kedilerin her açıdan bildiği ve uyguladığı bir şeydir. Odaklanır, konumlarını değiştirir, kendi çevrelerinde döner ve neyin önemli olduğunu, ardından ne yapacağını belirlerler. Tam şu anda bir şey yapmamaya, sadece oturup nefes almaya, sadece sallanmaya karar verirler; nefes meditasyonu ile kendi bedeninde ve merkezinde kalabilen yogiler gibi. Mükemmel omurga esneklikleriyle doğuştan birer yogidir kediler de aslında. Ursula Karven’in, Sina ve Yoga Yapan Kedi adlı kitabındaki kedinin, küçük bir çocuğa öğrettikleri hakikaten dikkate şayandır.
Kedileri sevmekle kalmayıp onlara tapınan Doris Lessing, Kedilere Dair’de tıpkı Anja Meulenbelt gibi yaşamına girmiş ve kurallarını ortaya koyan kedilerle iletişimini anlatır. Çocukluğunun geçtiği Afrika'da kedilerle ilgili anılarını son derece trajiktir. Zira kedilerin, hele dişi kedilerin "doktora götürülmesi" söz konusu değildir. Dişi kedi demek kedi yavrusu demektir; sık aralıklarla doğan bir sürü kedi yavrusu. Birisi bu istenmeyen yavruları ortadan kaldırmak zorundadır.
Clarissa P. Estes’in belirttiği gibi içgüdüsel psişe ile iletişimimiz koptuğunda yarı yarıya harap olmuş bir durumda yaşarız ve dişil imgelerle güçler tam olarak gelişemez. Bir kadın temel kaynağından yoksun kaldığı zaman yüksüzleşerek içi boşalır; içgüdüleri ve doğal hayat döngüleri kaybolacağı gibi, kendisinin ya da başkalarının kültürü, usavurma veya ego tarafından teslim de alınabilir. Margeret Atwood Kedi Gözü’nde çocukluk ve gençlik döneminin acımasızlıklarını, korkularını gizlerini irdelerken kadınlar arasındaki ilişkilere de çok boyutlu bir yaklaşım getirir. Küçük kızlık travmalarının erişkin yaşamda nasıl sürdüğünü anlatır roman. Kız çocuklarının sırlarla ve değişen bağlılıklarla tanımlanan ve onlara acı veren kültürlerini bir kedi ile bağdaştırarak anlatan eserlerden bir diğeri de Füruzan’ın “Yaz Geldi”sidir. Hala ve ninesiyle yasayan küçük bir kızın öyküsüdür bu. Anne-baba modelinin eksikliğini, ilgi yoksunluğunu ve yalnızlığını sokaklarda dolaşarak gidermeye çalışır küçük kız. Bir kedi bile ona beraberlik duygusu vermektedir.
Kediler, kadınlar ve yazarlara dair yazılacak daha o kadar çok satır var ki… Ama bir yerde masalın da yırtılıvermesi gerekiyor. Anja Meulenbelt’in Benim Sevgili Kedilerim kitabından bir pasajla bitirmek istiyorum bu kedili yazıyı… Bir anıtın açılışı sırasında genç bir adam yazarın yanına gelerek onun Anja Meulenbelt mi olduğunu ve eskiden Pietje adında bir kedisi olup olmadığını sorar. Kedinin kuyruğunun yarısı yoktur çünkü. Ki kuyruk Almanca argoda penis anlamına gelir. Herkes bir zamanlar onun yazarın kedisi olduğunu ve kuyruğunu da Meulenbelt’in kestiğini zannediyordur. Ne de olsa o hem bir kadın, hem de feministtir. Kadınlar oysa erkekleri doğrayabilir, ama kedileri asla! Çünkü kediler kadınlara, kadınlar da kedilere bakar daima…

İzleyiciler

Powered By Blogger