7 Ekim 2011 Cuma

SEKS, GÜNAH, HASTALIK, ÖLÜM


Eserleri 1980’lerin ortalarında tanınan; ürkütücü, rahatsız edici, düzen karşıtı deneysel metinleri ve kamusal alanda sergilemekten zevk aldığı protez koleksiyonuyla kült bir yeraltı ikonu olan Mario Bellatin, yeni keşfettiğim müthiş bir yazar. İlk kitabı Flores’ten (2004) başlayarak, The Large Glass (2007) Chinese Checkers (2007) ve 2010 “Stonewall Honor Books in Literature” ödüllü Beauty Salon’da (2009) grotesk unsurları, hastalıkları, salgınları, bedensel deformasyonları sıkça kullanarak, cinsel kimliğin belirsizleştirildiği alegoriler yaratan Meksikalı yazar, doğuştan gelen bir hastalık nedeniyle büyük bölümünü kullanamadığı sağ kolunu, bu “kusuru”nu, fallik şekillerdeki büyük protez kancalarla her fırsatta görünür kılarak beden sanatını da yaratıyor. Bedenin ve toplumsal cinsiyetin bütünlüğünün bozulmasını, ruhun karanlığındaki fantezileri, sakatlık ve yaraları yazıyla iç içe kılan Bellatin, bir bakıma kendi hayatından yola çıktığı Flores’te doğum kusurlarıyla tıp ve bilim arasındaki dehşetengiz bağlantıları temel alırken, beden ve dejenerasyonu üzerine üç kurmacadan oluşan Chinese Checkers’de yine hastalık, kan, cinsiyet, doğum, ritüel, yaralama, kendini yaralama, grotesk bedenler, seks bağımlılığı temel meselelerdir. Oğlunu sakatlayan bir jinekolog, Hint bilgeleri, Mussolini yandaşları, Sufiler bir aradadır ama Bellatin’in Beckettyen evreni kapalı, baskıcı, dar ve çıkışsızdır. Kitaptaki “My Skin, Luminous” adlı hikâyede Bataille ve Genet geleneğinin izinde sapkın annelik modeli ortaya koyan yazar, annesi tarafından kastrasyona uğrayan bir erkek çocuğu üzerinden annelerin oğullarına karşı kurumsallaşmış gücünü, otoritesini sorgular. Bellatin’in sanatı her şekilde ihlalcidir. Düzen tarafından dışlanmış hisseden marjinal kahramanları, tabuları didikleyen temalarıyla transgressif kurgu yazarları arasında yer alan Mario Bellatin dilimize ilk çevrilen kitabı Güzellik Salonu’nda hastalık, kir, salgın, ölüm, ölümlülük, homofobi, eşcinsellik kavramlarıyla ördüğü hikâyesini, ustalıkla seçtiği mekân (güzellik salonu/ölüm evi) ve anlatı nesnesiyle (hastalık/AIDS) toplumsal ve ideolojik düzene karşı bir hicve dönüştürüyor. Böylece kolaylıkla anaakım popüler anlatılar ya da gay “ucuz roman”lardan biri olup çıkma çekinceleri taşıyan bir hikâyenin sınırlarını genişletiyor. Seksle hastalık ve günah arasındaki bağları yenileyen ölümcül bir simge -AIDS- üzerine kurulu olan roman, kadın giysileri giymekten hoşlanan bir anlatıcının sahip olduğu güzellik salonunun salgın hastalıklardan mustarip, hastanelerde hor görülen ve toplum dışına itilen erkek hastalar için bir ölüm evine dönüşmesini anlatıyor. Kadınlara düzenin saptadığı güzellik normlarına uygun pratikler uygulayan, eril bakışın ve ataerkinin temizlik, estetik ve düzen ideallerine hizmet eden bu mekânın yorumlanışı, AIDS’li erkek hastaların ölmek için geldikleri, çevreyi, ahlâkı ve sağlığı tehdit eden kokuşmuş bir salgın evine evrilince değişir. Temizliğin, güzelliğin, ölümsüzlük düşünün ve hijyenin mekânında şeyler yer değiştirmiş; her bir şeyin olması gerektiği yerde bulunup başka hiçbir yerde bulunmama durumu, yani düzenin temizlik vizyonu ihlal edilmiştir. Bir zamanlar güzelliği, gençliği, değişmeyi, temizliği vaat ederken şimdi ölümün, sapkınlığın, hastalığın, kirliliğin, sefaletin ve günahın ta kendisidir. Yokedilmeye, yakılmaya çalışılır; komşular salonun hastalık bulaştırdığından, salgının evlerine kadar yayıldığından yakınırlar. Homokatilleri Çetesi tarafından pek çok gay ve travesti öldürülür, pek çoğu yaralanır ancak bu insanlar hastanelerde ya hor görülürler ya da bulaşıcı hastalık taşıdıkları korkusuyla kabul edilmezler. Oysa bu mekânı ve sakinlerini, “kirli” yapan şey, onların içsel nitelikleri değil, bulundukları konum, temizlik kovalayanların hayalindeki şeyler düzenindeki konumları ve adlandırılışlarıdır. Onları “iğrenç” kılan kirlilik ya da hastalık değil; bir kimliği, bir sistemi, düzeni tehdit ve rahatsız etmeleridir.

AIDS ve gay kurtuluş hareketi

Onaltı yaşında evden kaçıp yollara düşerek fahişelik yapmaya başlayan anlatıcı, genç yaşında bir güzellik salonu sahibi olur. Müşterilerin kendilerini berrak suyun altındaymış gibi hissedeceği bir ortam yaratmak için salonu türlü renkli balıklarla dolu akvaryumlarla kaplar ki yüzeye çıktıklarında gençleşmiş ve güzelleşmiş olsunlar. Geceleri travesti kılığında sokaklarda seks yapan, rahatlamak için erkeklere özel bir hamama ya da pornografik filmler oynatan sinemalara giden anlatıcı, yaralı bir arkadaşını tedavi etmek için salona yerleştirip bakımını üstlenince, sonunda yönetmek zorunda kaldığı Ölüm Evi’nin ilk tohumları atılmaya başlar. Gelenler yalnızca hastalığa yakalanmış olan arkadaşları değil, büyük çoğunluğu, ölmek için bir yer arayan yabancılardır. Ölüm Evi dışında tek seçenekleri sokakta telef olmaktır. Zamanla hastalığa kendi de yakalanan anlatıcı, kendi ölümünü beklerken hastalara yemek, barınak, giyecek sağlamaya tek başına yılmadan devam eder. Kaçınılmaz sona doğru farkına vardığı bir eşcinsel dayanışması, erkek dostluğu olduğu kadar bir vicdan borcudur onu dönüştüren. Ölümünün ardından ağlayacak birilerinin olmasını da ister. Yara ve kabuklarla dolu, bir deri bir kemik vücudu hamama sık gitmesini engellese de, suçluluk ve süflilik hissetmeden cinsel arzularını dile getirir, hastaları temizler, hatta kimine duygusal yakınlık hisseder, âşık olur. AIDS sözcüğünü hiç kullanmadan bu hastalığın ve yarattığı söylemin alegorisini yapan Bellatin tüm bu süreci anlatırken ne fark ediş, kabulleniş, coming out süreçlerini açıklamak gibi anaakım stratejilere, ne eski güzel günler retoriğine, ne nostalji histerisine, ne de hastalıkla bir nedensellik ilişkisi kurma alternatiflerine başvuruyor. Hastalar ve anlatıcı, vicdan azabı, pişmanlık, iğrenme duymadan, acıdan şikâyet etmeden, öfkelenmeden, yaklaşmakta olan ortaklaşa ölümü bekliyorlar; doktor, ilaç, alternatif tıp, tedavi, hastalıkla savaş ve hastayı cezalandırıcı meşrulaştırmalar olmaksızın. Ancak AIDS, ironik biçimde yenilenmiş eğitimsel ve ilerici bir cinsel politikanın simgesi haline gelse bile 80’lerden bu yana homofobi, düşmanlık ve ırkçılığın bahanesi olmaya devam ediyor; hastalar modern çağın vebalıları, ahlâki ve cinsel kirliliğin kaynağı olarak görülüyor. Oysa asıl hastalık dilde, ideolojide, yerleşik ahlâki tutumlardadır. Hastalığa ahlâki bir anlam vermekten daha ürkütücü bir şey olamaz. Susan Sontag’ın AIDS ve Metaforları’nda söz ettiği, hastalığı sarmalayan ve tanımlayan metaforların ırkçı, militer ve ahlâki söyleminden olabildiğince dışarıda bir söylem geliştiriyor Bellatin. Ancak ölüm evine -bir zamanlar onları güzelleştirdiği için- kadınların kati şekilde alınmaması konusunda ahlâki bir kısıtlama getirerek, gay kurtuluş haraketinin -geniş bir perspektif açmasına rağmen- Stonewall’dan bu yana devam eden cinsiyetçi cemaatleşme, baskın kültür ve özcülük pratiklerine eklemleniyor. Eşcinsellere yapılan baskı, kuralları ve ilişkileriyle kadınları da baskı altında tutan aynı sistemin ürünü değil midir oysa?

GÜZELLİK SALONU

Mario Bellatin, çev: Şevin Aksoy, Notos Kitap, 2011, 55 sayfa, 7 TL

* Görsel: Joel-Peter Witkin, The Aleph (2001)

14 Mayıs 2011 Cumartesi

TEK BOYUTLU KADININ YÜKSELİŞİ



Feminist iyilik meleği Maeve Binchy ve

FEMİNİZMİN İÇİNİN BOŞALTILMASI

Marcella, ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu. Tüm istekleri yerine gelmişti. Tom Feather gibi, her genç kızın hayalini süsleyen yakışıklı ve sevecen bir erkeğe sahipti. Bundan başka iki de defileye katılmıştı: Biri örgü giysilerin tanıtımını yapmak, diğeri ise bir yardım derneği yararına para toplamak üzere yapılan iki defilede amatör mankenlerle podyuma çıkmış, bol bol resim çektirmişti.

(Aşk Mutfakta Pişer, Maeve Binchy)


90’lardan bu yana ortaya çıkan bir kadın modeli var ki tüm anlatıların, senaryoların, başarı hikâyelerinin başrolündeler; dergilerde, dizilerde, filmlerde, romanlarda kahraman onlar… Sadece son moda saç, giyim, makyaj, kozmetik, estetik cerrahi, konuşma, tonlama, bakma biçimleri değil, amaçları, araçları, izledikleri, okudukları, bayıldıkları filmler, diziler, kitaplar da aynı! Hepsi ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş, ipleri eline almış, hayattan ne istediğini bilen kadınlar. Güçlü, güzel, zarif, beyaz, bakımlı, başarılı, şık, mutlu, hem kariyer, hem aile sahibi… Ve tüm bu özellikleri dolayısıyla istemeseler de “feminist”ler!

Feminizmi tercih etmemiş olsa da faydalarını gören Beyonce, erkeklere dair şansının bu güne kadar yaver gitmesini bir tek “şey”e bağlıyor: Feminizm! En yakışıklı, en zengin, en popüler erkeği elde etmek, iş hayatında en güçlü erkeği geçmek, evlilik ve annelik, varlıklarının biricik nedeni yeni Viktoryenlerin! İdeolojik feminizm gerilerken, kadınların iyi anne, harika eş, başarılı işkadını, güzel, bakımlı ve dirençli olmalarını sağlayan bir program olarak işleyen popüler feminizm, yapısal bir analizden, hakiki bir öfkeden, müşterek taleplerden yoksun, postmodern iktidar yapısına eklemlenerek yükseliyor, yayılıyor.

“Tek Boyutlu Kadın”da, 19. yüzyılın liberal feminizminden bugüne gelinen süreçte, feminizmin yarattığı kadın olgusunu sorgulayarak feminist hareketin gittikçe küçülmesinin nedenlerini araştıran İngiliz felsefeci Nina Power, özellikle liberal feminist hareketin kazanımlarıyla modern şehirli kadının ‘başarılı’ imajıyla iş dünyasının önemli sembollerinden biri haline geldiğini vurguluyor. Bunda içi boşaltılmış feminizmin etkili olduğunu belirten Power’ın önemli tespitlerden biri, kapitalizmin feminizmle uzlaşma noktası. Moda, diyetler, güzellik salonları, kuaförler, alışveriş, dans, popüler aşk romanları, melodramlar kısaca her şey feminist artık! “Özgürleştirici feminizm”, bire bir “özgürleştirici kapitalizm”in ağlarıyla örülüyor, ana örüntünün içinde yuvalanıyor. Kadının kurtuluş isteği, kendini gerçekleştirmekten değil, tüketimden, daha iyi görünmekten, harikulade hissetmekten geçiyor.

Tarihsel ve politik boyutundan soyulup bir kişisel gelişim retoriğine dönüştürülen; sınıfsal, cinsel, ırksal, ekonomik ve toplumsal farklılıkları yoksayan bu homojen feminizm anlayışının tüm müritleri şaşırtıcı biçimde aynılar; sanki robot, sanki uzaylılar!

Olabilirler mi?

Ira Levin’in “The Stepford Wives” (1972) adlı romanında her dem bakımlı, şık, mükemmel ev hanımı, anne ve eş olabilen kadınların, aslında bir robot olduğu ortaya çıkıyordu. Eşit haklar isteyen, onlardan daha çok kazanan, başarılı olan karılarını robotlarla ikame ediyordu erkekler. 1975’te Bryan Forbes tarafından beyazperdeye aktarılan ilk versiyonda, kadınları öldürüp yerlerine robotları geçiren erkeklerdi. 80’de Frank Oz tarafından çekilen ikinci filmdeyse kadınları robotlaştıran teknolojiyi geliştirenin, kocası tarafından aldatıldığını öğrenince “deliren” bir bilim kadını olduğunu görüyorduk. Kadınlar da kadınlara düşman olmaya başlamışlardı.

Düşmanlık sadece şiddetle, kinle, öfkeyle görünür kılmaz kendini. Yüceltilenin içinde vardır, uyuşturucudur, robotlaştırır, körleştirir. Son yıllarda kadınlar tarafından ilahe haline getirilen Maeve Binchy’nin kitaplarındaki kadınları, Stepford Kadınları’na, Binchy’yi de kadınları robotlaştıran teknolojiyi kullanan, kadın düşmanı bir eski feministe benzetiyorum ben. Kadınların yanında durur gibi görünerek, ataerkil söylem ve sistemi besleyen, kadınlık ideallerini, eril erkin anlam örüntülerinde temsil eden ama yine de her kitabı, hadsiz hesapsız satarak, kadınların baş tacı olmayı sürdüren Binchy’nin sırrı, popüler feminizmin uyuşturucu büyüsünde hiç kuşkusuz…

Ne zaman bir kitapçıya girsem, “en çok satanlar” rafında yeni bir Maeve Binchy kitabına ve onu yanındaki arkadaşına “mutlaka” tavsiye eden bir kadına rastlarım. Ne mükemmel, ne üretken bir yazar! Romanla ilgili övgü dolu sözler, kadınlar tarafından hazırlanan blog sitelerinde anında yerini alır. Kahramanları da, okurları da kadınlardır. Eğitimli, kentli, orta sınıf, her yaştan kadın… Kendi ayakları üzerinde durabilen, ekonomik özgürlüğünü kazanmış, evliliğini, işini, anneliği bir arada yürüten çağdaş kadınlar; evliliği düşleyen, düğün hazırlıklarındaki genç kızlar; feministler. Erkekler, sevgililer, aldatan kocalar, güzellik, genç ve formda kalmak, yemekler, mutfak, çocuklar, alışveriş ile ilgili konularda şikâyet edebilmeyi özgürleşmek sanan, gündelik rutin gerçeği, bütünsel gerçekliğin ta kendisiymiş gibi gören, sadece kendileri yararına meşgul ve aktif kadınlar...

Onları birbirine yaklaştıran, tarihsel ve toplumsal bir bilince sahip olmaları değil, ışıltılı bireysel yaşamları, gündelik olandaki ortaklıkları daha çok. Öyle ya, zihinsel yetilerinin “eksikliği” yüzünden büyük anlatıları erkeklere bırakarak; tarih, kültür, ideoloji, siyaset gibi sorgulanması mümkün olmayan kavramların arasında kendilerine ancak gündelik hayatın sığınağında yer bulabilir kadınlar!

Kitapları popüler aşk romanları, pembe diziler ve melodramlarla pek çok yapısal, ideolojik, tematik benzerlik taşısa bile yine de Maeve Binchy, türün öncüleri Barbara Cartland, Danielle Steel, Jackie Collins vb. ile aynı kefeye konacak bir yazar değil. Çünkü o bir feminist! “İrlanda feminist hareketinin ilk kadın editörü”. Ne var ki bu tırnakiçi malumat dışında, “üstlendiği aktif rollere”, harekete katkısına, çalışmalarına dair bilgi edinmek mümkün değil. Sanki çok da üstünde durulmayacak bir geçmiş gibi, evlenip, eşinin de desteğiyle yazarlığa başlamadan önce yaşanmış bir genç kızlık hevesi gibi! Birbiri ardına basılan kitaplarında feminist kahramana, doğrusu “ayrılıkçı feminist” kahramana rastlamak mümkün değil zaten. Ama içinden çıktığı feminist “geleneğe” ve oyunun kurallarına pek sadık Binchy.

Maeve Binchy Romanlarının Dip Akıntısı: İrlanda Feminizmi

Britanya iktidarına karşı milliyetçi isyanın bir parçası olarak gelişir Maeve Binchy’nin ülkesinde feminizm. İngiliz-İrlanda savaşında kadınlar, çoğu kez tehlikeli bölgelerde gözcü, ulak, istihbaratçı ve hemşire olarak görev alırlar. Milliyetçi söylemde son derece değerlidir kadın; ulusun ruhunu simgeler, bir fedakârlık abidesi ve annedir, güçlüdür, ancak özerk değildir. Erkekleştirilmiş hafıza ve erkekleştirilmiş ümitten kaynaklanan, milliyetçilik ile iç içe bir feminist düşüncede kolektif bir toplumsal aktör olarak kadın “doğal” olarak erkeklerden farklı ve onlardan daha iyi biridir. Ancak egemenlik kazanıldığında İrlanda mücadelesine bağımlılıkları ve iyilikleri ödüllendirilmez. Serbest İrlanda Cumhuriyeti, yerine geçtiği devlet kadar ataerkildir. Zaman zaman erkek elitler, modernleşmenin bir göstereni olarak kadın haklarını desteklese de geniş tabanlı bir kadın hareketi oluşturma yönündeki her girişim, siyasi ve dini kimliklerin çatışması yüzünden sonuçsuz kalır.

70’lere gelindiğinde, neredeyse tek bir kadın hareketi vardır Kuzey İrlanda’da. Esas itibariyle eğitimli orta sınıf kadınlarından oluşan bu hareketin merkezi ilgi alanıysa kadın meseleleridir. 1980’lerde yeni dalga feminizminin “lider kadrosu” işçi sınıfından kadınları büyük ölçüde ihmal edince, işçi kadınlar kendi aralarında örgütlenerek, Protestan ve Katolik bölgelerdeki yerel kadın merkezleri etrafında birleşirler. Yerel cemaat temelindeki kadın merkezleri, lider kadroya meydan okur, kadınlara yeni bir ufuk açar gibi görünse de kadının tarihselliği, sınıfsallık, politik ve cinsel kimlik meselelerinden uzakta yerel ve gündelik olana hizmet eden bir yapıya dönüşür. Siyaseti kaale almayan, gündelik hayatın sıkıntılarıyla -erkekler, çocuklar, kocalar, aşk, güzellik, diyet, sağlık- yorulan kadınlara hitap eden merkezlerin kadınların kendilerini geliştirmelerine yönelik açtığı meslek kursları ve zanaat atölyeleri, genç anneleri, genç kızları, yemek pişirme ve dengeli beslenme meraklılarını, emekli kadınları bünyesinde toplar. Faaliyetlerinin bu kadar etkin olmasının nedeni günlük hayatların, ihtiyaçların, ortak ilgilerin yarattığı sağlam zemindir. Ancak “Mesafeyi Aşmak, Barış Mücadelesinde Kadınlar” adlı kitabında Cynthia Cockburn’un belirttiğine göre -kendini “kadınların kolektif feminist sesi” olarak adlandıran Kadın Destek Ağı hariç- yerel kadın merkezlerinde, erkek nefreti ve cazgırlık ya da orta sınıf küstahlığı olarak görüldüğü için “feminizm” kavramından pek hoşlanılmaz. Yine de feminizmi istedikleri gibi yapısöküme tabi tutup sınırlamaktan, içinde rahat edecekleri bir aidiyete dönüştürerek tanımlamaktan vazgeçemezler. Aile feministleri, bu gruplardan biridir. Maeve Binchy, daha da fazlasıdır.

Ekonomik özgürlüğünü kazanan ancak, sekreter, aşçı, pansiyoncu, resepsiyon görevlisi, metres, aşçı, hemşire, kuaför, manikürcü, manken, evkadını, terzi, çocuk bakıcısı, anne olmaktan öte gidemeyen, kermesler, hayır davetleri düzenlemek, yemek yapmak, alışveriş etmek, hep güzel ve bakımlı kalmak, tapılacak kadın ve hanımefendi olmaktan kendilerini gerçekleştirmeye zaman bulamayan kadın kahramanlarıyla ailemizin feministi Binchy, kapitalist etiğin liberal bireyciliğini de sahiplenerek, kadın özgürlük mücadelesinin tüm kazanımlarını buharlaştırmak, feminizmi araçsallaştırmak ve ehlileştirmekle kalmayıp içini tümden boşaltır.

Aşk acısı çekse de sonunda “başaran”, hayatı yeniden tozpembe kılan, “kafayı yemekten” şikâyet etse de özgürce deliremeyen, tek hayali dünyanın en yakışıklı, zengin erkeğiyle, lüks bir düğünle evlenip onu elde tutmak olan kadınlardır anlattıkları… Kendini erkeğe beğendirmesi, elde etmesi, onu belli koşullarda geçmesi gereken kadınlar! Liberal demokrasi ve tüketicilik taahhüt eden bir dünyanın içine boğazına kadar batmış tek boyutlu kadınlar ve onların sürekli pazarlanan, dolaşıma sokulan, mistifike edilen imgesi...

Herkese Hak Ettiği Kadar Feminizm!

Maeve Binchy’nin dilimize son çevrilen feminizm, toplu seks, bakirelik, cinsellik, lezbiyenlik gibi “cüretkâr” meseleler üzerine tüm düşüncelerinin billurlaştığı “Her Durakta Aşk”ta yer alan “Feminist İyilik Meleği” adlı öykü, yazarın “femme-capital” söyleminin doruk noktası! Kadınların profesyonel kariyerlerini inşa ederken hegemonik erkekliğin unsurlarını kendilerine tahsis etmelerini meşrulaştıran bir mesel! Eve, sekreterlik yaparak patronu kadınları rekabetçi kapitalizme adapte eden, oyunu kuralınca oynayan bir feministtir:

“Eve, Süpermen ya da Zorro gibidir biraz, gelip bir sorunu çözer, sonra bir şekilde ortadan kaybolur. Gerçekten inanılmaz bir kadındır.”

Son müşterisi Sara, onun bu denli keskin bir feminist olmasını garipser:

“Neden böyle hissettiğinizi bana söylemeyeceksiniz herhalde. Demek istediğim, başınıza bir şey mi geldi, Eve, bu kadar keskin olmak için o kadar, o kadar gençsiniz ki.”

Sara böyle düşünmekte çok haklıdır zira feminist olmak için gençliği, diriliği, güzelliği yitirmek gerekir. “Feminist düdükler”in, yüksek sesle konuşan bakımsız cadalozların arasına girebilmek için ancak bir kaza geçirmiş olmak gerekir. Feministler ve lezbiyenler, başlarına bir uğursuzluk gelenlerdir. Oysa Eve, keskin değil aksine yapıcı olduğunu tekrarlar:

“Bunu hak eden bazı güçlü, iyi kadınlar için biraz adalet sağlamaya çalışıyorum sadece.”

Tüm bunlara parası yetebilecek güçte ve yettiği için “iyi” olan kadınlara “adalet” satan, melek feminist, cilt ve saç bakımı seansları, golf turnuvaları, yeni giysiler ve pahalı kozmetikler yardımıyla bunu hak eden kadınları, vahşi ataerkil piyasanın patronlarına dönüştürür. “Yöntem” (feminizm) tüm müşterilerinde başarıyla işlemiştir. Erkeklerin kurallarıyla mücadele ettiğinin de bilincindedir bir yandan ama başka bir yol varsa bile o bulamamaktadır:

“Bunun içeriden mücadeleden daha iyi bir yolunu bilmiyorum. Sistemi kullanmak gerekiyor.”

Sözde kendini politik olarak doğrulayan bu pişkin zihniyette, hâkim olma istenci, erkeklerle boy ölçüşme, kazanma yarışı, kapitalist tüketim, kadın mücadelesinin yapıtaşları haline gelmiştir. Kadınlar eşitsizlikten ancak fallusa sahip olmaya çalışarak, yani oğlanlar kulübüne girerek kurtulabilirler. Dişiyi yeniden anlamlandırmaya çalışan bir feminizm anlayışı, söz konusu bile edilemez. Bir kadın, tüm kadınlar, hatta insanlar için bir çözümden (Marksizm) değil, kendi bireysel kadınlığından (burjuva) hareketle kadınlardan yana gözükmektedir.

İki cinsiyet arasında ahlâki bir eşitlik yerine, rekabetin hegemonik söylemini kural haline getiren bu liberal kavrayışın sloganı -“Kadın isterse yapar”-, kadınların önünde özgül engeller bulunmadığını da varsayar. Sanki tüm kadınlar aynı ekonomik, sınıfsal, kültürel, etnik ayrımların, toplumsal cinsiyete ait pratiklerin içinde varoluyorlarmışcasına, sanki farklı ezilme biçimleri yokmuşcasına…

Ama bazı kadınlar “istese de yapamaz”, çünkü öncelikle bu sloganın cinsiyetkörü sahiplerinden icazet alamaz. Evlilik vaadini yerine getirmeyen bir erkeği mahkemeye verip, ne var ne yoksa elinden almak isteyen “ahmak” bir kadının, avukatı ile mektuplaşmalarından oluşan “Bu Kadar Akıl Ancak Kadında Bulunur” adlı öykü, kadınların “mühim” işlerde sadece ve sadece erkeklere güvendiğinin kanıtıdır:

“Filmlerde insanlar sarı sayfaları açarlar ve kendilerine en uygun avukatı şıp diye bulurlar, ama ben çeşitli avukatlık bürolarına şöyle bir göz attım ve hiçbiri bana aradığıma yakın bir yer gibi gelmedi. Hepsi dosyalar ve klavyelerin başında oturan kızlarla dolu.”

Haksız mı? Bir kadını her durumda ve her şekilde bir başka kadın değil, ancak bir erkek kurtarabilir!

Seks erkekler, cinsellik evlilik içindir!

Okuru bir dizi ideolojik söylemi doğal ve geçerli kabul etmeye konumlandırmak isteyen anlatı yapısı, dil kullanımı, karakterleri ve temalarıyla Binchy, ilk kitabı “Bir Dilek Tut Benim İçin”den itibaren kadın özgürlüğü, eşitlik ve aşk masallarıyla erkeklerin idealini kadınlara aşılayarak eril düzeni sürdürmeye hizmet ediyor:

“Erkeklerin kendilerini kontrol edemediklerini sen de biliyorsun. Bu dürtünün Tanrı tarafın bedenlerine ekilmiş bir tohum olduğunu. Hani herkesle yapmak istemeleri de bunu kanıtlamıyor mu? Tanrının niyeti de bu yönde. Ya da istersen doğa yasası de… Dünyanın her tarafındaki erkekler bu işe delicesine tutkun, erkekleri kontrol altında tutmak kadınların görevi, sadece evlilik içinde yapmalarını sağlamak da toplumun sorumluluğu…” (1)

Erkeklerin hayvanca içgüdülerini denetlemeyi bir görev olarak kadına mülklendiren bu yeni Viktoryen zihniyet, aşkı ve cinselliği evlilik kurumu içine hapsederek, ailenin idamesi adına erkeğin her türlü cinsel fantezisini ve aldatma pratiğini de meşrulaştırıyor. Binchy hikâyelerinin kadınları, kendilerinden esirgenen cinsel özgürlüğe kavuşmuş gibi gösteriliyor, ama varlıkları yalnızca bağımlı oldukları erkekle anlamlı. Cinsel arzuları, erkeğin arzu ve beklentileri üzerinden/üzerine kurulu, kendilerine ait bedenleri, cinsellikleri, hazları yok. Tâbi durumdaki konumlarını ve bu durumu yaratan pratikleri, kendi bedenlerini ve özvarlıklarını hiçe sayarak fedakârca onaylıyorlar; çünkü erkekleri çok kıymetli!

“O bir dalavereci ve sürtüktü, bir erkeğin metresiydi ve otele usulsüz olarak, öyle olmadığı halde “Bayan” diye kayıt yaptırmıştı. Ama bütün bunlar önemsizdi. Onunla yatağa girdiği ilk gece, bütün bu etiketleri zihninden silmişti.” (2)

Tüm çaba en iyi, en harika ve yakışıklı erkeği bulmak, onunla “yatağa girerek” romantik hedefe ulaşmaktır. Erkeğin cinsel referansıyla onure edildiği o büyülü anda kadının tüm özvarlığı silinir. Sahi hiç olmuş mudur?

“Grup Seks İstemiyorum, Kocacığım” (3) adlı öykü, yine kadın cinselliğinin ve bedeninin nesneleştirilme temrinine harika bir destek! Karı koca arasındaki “normal cinselliğin” verdiği zevklere bir şeyler eklemeyi, bu cinselliği başka evli çiftlerle paylaşarak ailesinin mutluluğunu korumaya çalıştığını iddia eden kocasının önerdiği grup seks partisini onaylamasa da bunu bir türlü dile getiremeyen ezik, şefkatli, itaatkâr ve fedakâr kadının zaferi! İstemeye istemeye seksi iç çamaşırları satın alan, kuaföre gidip saç baş yaptıran, beğenilmeme korkuları ve kıskançlık içinde kendi bedenine yabancılaştığının farkına varamayan Pat, sıkılacağına mutlu olmalıdır aksine. Etrafta bu kadar sapkın erkek varken “masum, yuvarlak yüzlü” kocası Stuart “yaşını başını almış, orta sınıf, hoş insanlarla eş değiştirmeyi” önermektedir sadece. Hem bu yöntem “içinde yaşanan riya ve ihanet çağında, eşin aldatma ihtiyacını tamamen ortadan” kaldıran sağlıklı ve iyi bir yoldur! Bu tür partilere gidenler, “herkes gibi normal, sıradan, iyi, saygın vatandaşlar”dır ve çabalarının karşılığı kat kat alınıyordur:

“Çocuklar huzurlu bir toplumda, diğer ülkeleri parçalayan savaşların, gerilimlerin ve ayrılıkların uzağında yaşıyordu.”

Kimsenin cinsellik ve cinsel haz umurunda değildir, tüm bu aldatmaca ailenin mutluluğu, toplumun devamı içindir, daha az bencil olmak içindir! Pat bu konuda “çok okumuş ve bunda bir gerçeklik payı olduğuna, böyle bir cömertliğin, kişinin arkadaşları için eşi üzerindeki haklarından vazgeçmesinin, kendi başına bir sevgi işareti olduğuna ikna olmuştu”r.

Kendi varlığını, bedenini, cinselliğini, duygularını işin içine hiç katmaz Pat; seksi iç çamaşırlarıyla, tanımadığı erkeklerin gözünde bir nesneye indirgenecek olması umurunda bile değildir. Çünkü varlığı, kocasının varlığıdır, bedeni onun arzusunun nesnesi, cinselliği, evliliğinin teminatı… Sağlıklı ve iyi vatandaşlarla, ailenin ve ulusun refahı adına Nazi haralarındaki gibi çiftleşecek olmak, onda en ufak bir öfkeye, reddedişe, kendine sahip çıkma isteğine yol açmaz. Kendi kendilerine söylenirler, içlenip hislenirler ama kızgın, öfkeli kadınlar değillerdir Binchy’nin kadınları zaten. Öfke, bir kadının gösterebileceği en “kadınsı” olmayan duygudur.

Bu nezaketli şiddet davetine itaat görevinin bilinci içinde, “çirkin ördek yavrusu” olduğu eski günleri düşünür, haline şükreder Pat:

“Var say ki bu gece, yıllar önce tenis kulübünde katıldığın dans partisi gibi olsun; o gece kimse seni dansa kaldırmamıştı ve seni pistte birlikte ayak sürümeye davet edecek korkunç bir erkeğe müteşekkir olma noktasına gelmiştin.”

Kocasını elinde tutmak için tüm bu karanlık anıları hatırlamalı, uslu kız olmalıdır. Yetmez! Pat, kocasının o “masum yuvarlak yüzüne” bakıp ona acımalı, ondaki saflığı görmeli, kendini daha da değersizleştirmelidir. “Hayal kırıklığı yaşayan bir banka çalışanı”dır zavallı Stuart. “Kariyer perspektifi olmayan bir işte çalışan, ortalama bir karısı, cumartesi günleri birkaç kadeh içkisi, iki tane güzel ama zaman ve para tüketen çocuğu, yerine bir yenisi alınmadığı takdirde büyük masraf yapmayı gerektiren bir arabası olan bir adam.”

Tamamen aşk dolu, sevgi ve empati yüklü Binchy’nin satırları: Zaman ve para kaybı olarak görülen çocuklar, kendini sevmeyen “ortalama” bir karı! Böyle bir erkeğe, grup seks partisi çok görülebilir, hiç itiraz edilebilir mi? Siz söyleyin…

“Onun sadece biraz uyarılmaya, sıra dışı bir şey yaşamaya ihtiyacı vardı; bir koyun olmadığını, yaşlanıp emekliye ayrılmadan, elden ayaktan düşüp ölmeden önce hayatta cesur bir şey yapabileceğini kanıtlamak istiyordu.” (!)

Oysa partiye tam girecekleri sırada ağlamaya başladı Pat; Stuart’ın mükemmel, güçlü, değerli bedenini, kıskandığını itiraf etti nihayet. Kocasının “dar kafalı, bağnaz bir paçozla evli olduğunu” düşünmesini dahi göze alarak:

“Sen çok kıymetlisin. Çok değerli ve heyecan vericisin. Seninle … şeyden… düzüşmekten çok hoşlanıyorum. Seni onlarla paylaşmak istemiyorum. Gitmeyeceğim. Onların kocaları bitli ihtiyarlar, korkunç tipler. Ben sana sahibim. Neden o kadar cömert olacakmışım?”

O “bitli ihtiyarlarla” kendi bedenini, cinselliğini paylaşmaksa, hiç önemli değildir, bundan söz dahi edilmez! Kadının erkeksil bir düzende mübadele edilen meta haline gelişini, ehlileştirilmiş bir feminizm cilasıyla şıpınişi görünmez kılar Binchy. Nihayetinde koca kıskanılmaktan memnun, kıskançlıktan “kaplan kesilen” kadın “mücadeleyi kazanmış olmaktan”; gülerek ve el ele sevgiyle evin yolunu tutarlar. “Kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan ufuklar genişlemişti”r. Evlerinde, seks partisini hayal ederek sevişeceklerdir! İdeal kadının şehvet anlayışı teslimiyettir!

“Sembolik iktidar ve şiddet ona maruz kalanların katkısı ve onayı olmadan işleyemez” der Bourdieu. Sembolik şiddetin belki de kadına verdiği en büyük zarar, çok sıradan ve doğal görünen pratikler üzerinden kendisine dair bir değersizlik ve yetersizlik hissi vermesidir.

Pazara sunulan bir değiş tokuş nesnesine, cinselliği sahibi tarafından yönetilen bir köleye indirgenen kadın, kendi gerçeklerinden uzakta, arzusunu erkeğin arzusu üzerine kursa da, cinselliğini onu elde etmek için sunsa da hiçbir zaman yeterli olamayacaktır.

Kadının, erkeğin seks fantezilerini tatmin edemeyeceği endişesiyle kendini değersiz ve yetersiz hissedişi, stratejik bir tercihi tetikler ve kadınlar bu yetersizliği aşmak için erkekleri bir tür kaçış noktası olarak görürler. Bourdieu’nun belirttiği gibi bu haliyle eş seçimi “rasyonel bir hesap” meselesi haline gelir ve kadınlar iktidar oyunun güçlü oyuncusu olan erkeklere ilgi duyarlar.

“Bakire misin Derdin Var” (4) adlı öyküde de yine, kadının bedeni, özsel varlığı, cinselliği baştan yoksayılırken, seks erkeklerin lütfu olan ve kadını evliliğe götürecek işlevsel ve pornografik bir bayağılık kazanır. Hikâyenin, kültürlü, özgür, güzel kadın kahramanı için cinsellik, “çok hoş bir erkekle” tanıştığı andan itibaren mevcudiyet kazanır. İleride muhtemelen kocası olacak bu kibar ve anlayışlı adamı yatakta mutlu etmeli, bir “dişi kaplana dönüşmelidir” ki “şahane bir salaklıkla onu elden kaçırmasın”!

Nasıl seks yapılır, tecrübe etmeli, “o iş olurken öne arkaya gidip gelmesinin mi yoksa kalçalarını sağdan sola kıvırmasının mı beklendiğini” öğrenmelidir. Saf ve amatör bir bakire olmanın verdiği utançla, kendine acıma ve tiksinme duyguları içinde, bekâretini bozacak erkek arar.

Binchy’nin romanlarında cinselliğin birleşme, bütünleşme olarak tanımlandığı, sevgiyle, erotik aşkla, duyguyla örüldüğü cümlelere rastlamak imkânsızdır; tarifi, “o iş, bu iş, düzüşmek, yatağa girmek” olan bu eylemin, kocalar için zorunluluğu, kadınların güvencesidir. Kadın, uyumluluğuna, işbirlikçiliğine, sadakatine, özdeşleşmesine karşılık, tüm romantik kaderin yüce doruğunda duran adam tarafından okşanıp arzulanır. Bir kadının hayatta başına gelebilecek en iyi şeylerle -düğün, evlilik, balayı, annelik- ödüllendirilir. Aksi takdirde “aldatılan kadın” olur. Hakça olmayan bu sinsi hal, duygusal ve ruhsal şiddet, yalnızca kadın/ın “sorunu”dur hikâyelerin çoğunda. Erkeğin eylemdeki ve süreçteki payı yoksayılarak, yaptığı bu aşağılık “şey”, kadının doğasının parçası olan “şey” haline getirilir.

Öteki kadınlar: Yaşlılar, sakatlar, evli olmayanlar, siyahlar, lezbiyenler

Değerini ve anlamını erkek egemenliğine dayalı beğeni temellerinden alan, söylemini ataerkil söylem içinde eriten Binchy kurmacalarında, erkeği elde tutmak için meleklerin meleği, dünyanın en anlayışlı, en güzel, en affedici kadın olmak da yetmez; “yüz bakımı yaptırmak”, “etlerinin sarkmasına izin vermemek”, “düzenli olarak iyi bir kuaföre gitmek” gerekir. Mitleştirilen güzellik kavramı, erkek egemen toplumu yeniden tesis ederken tüketimle iç içe bir yaşam tarzı dayatır, kadınlar arasındaki sınıfsallığı derinleştirir. Bu retorik, kadınların birbirlerine dostane tavsiyesidir, kulaktan kulağa, yazardan okura işler, sistemi besler…

“Marcella başından beri Shona’nın, makyaj yapar ve saçlarını da modern bir biçimde tararsa çok daha güzel görüneceğini söylemez miydi?”

“Tırnaklarını da yaptır. Hatta takma tırnak kullanmalarını söyle. Aferin, tatlım. Bak bir erkeğin en önem verdiği şeylerden biri bakımlı, uzun tırnaklardır, bunu unutma.” (5)

Tüm şefkatli ve sevgi dolu görünümlerine rağmen Binchy’nin kitaplarında kadınlar birbirine karşı kıskançlık ve haset içindedir. Kaynanalar ve görümceler ile gelinler arasında kavga bitmez bilmez! Kocaların ilk karıları ya da sevgilileri, savaşılacak en tehlikeli yaratıklardır. Anne olmayanlar eksik, evlilik dışı beraberlik yaşayanlar acınasıdır:

“Bana neden evleneceğini söylememiştir sence?

Sen ve Colin evli olmadığınız için olabilir. Shirley çok ince ve duyarlı bir kızdır. Sana acıdığını falan düşünmeni istememiştir.” (6)

Oysa aşk özlem, sahiplenmek, hayran olmak veya tutku değil düşünsel bir eylemdir. Evlilik dışında da yaşanabilir; hatta çağlar boyu tam da böyle yaşanmıştır!

Eril tahakkümün sürdürülmesinde kurumlar tek ve mutlak belirleyiciler değildir. Moda, güzellik, kozmetik ve estetik sektörü de kadınların hem kendi bedenlerine, hem de birbirlerine karşı duydukları kaygı üzerine oynar. Bourdieu’nun belirttiği gibi, kadının fiziksel yetersizlik hissini yaratan şey bu kurumlar değil, kurumları yaratan şey bu hissin onaylandığı pratiklerdir.

“Amy öğleden sonra işten izin almış ve güzellik salonuna gitmişti. Bunu kendisi önermiş ve Ed’in kaygılı yüzü sevinçten ışıl ışıl parlamıştı. ‘Güzel görünmediğinden değil, Amy’ciğim’ demişti, onu incitmekten korkarak. ‘Sadece Bella’ya o kadar bakımlı olduğunu anlattım ki!”(7)

“Saç ve yüz bakımı yaptırmak için randevu almıştı. Alışverişe çıkıp kendine pahalı bir ayakkabı ve çanta satın alacaktı.” (8).

Binchy kadınlarının kendilerini iyi hissetmek için yaptıkları en iyi şey, alışveriş etmek, kuaföre ve güzellik uzmanına gitmektir. Kozmetikler, iç çamaşırları, kürkler, mücevherler, yemekler, çikolata ve şaraplarla, lüks düğünler, davetlerle örülü bu evrende, mutluluklarının ve kurtuluşunun birebir tüketicilikle örtüşmesinden, küresel eşitsizlikten hiç rahatsız olmazlar. Bu karşılıklı çıkar anlaşmasını sistemin değerlerine karşı değil tam da onun içinden üretilen bir feminist söylemle destekler Binchy:

“Filipinlerde yaptırıyor giysileri. ‘Hiç Uzakdoğu’ya gidiyor musun? Giysilerin nasıl yapıldığını görmek için?’diye sordu. ‘Mümkün olduğunca az. Beni kapitalist domuzun teki olarak gördüğünü biliyorum, ama aslında o insanların fakirliklerini, ne kadar az paraya çalıştıklarını görmeye dayanamıyorum. Malların depoya girişini görmek daha çok hoşuma gidiyor.’” (9)

Küresel kapitalizme karşı, sahte bir duyarlık geliştiren, kendini kurtarıcı Batılı özne olarak sürekli onaylayan bu “bilge” kadının kitaplarındaki en esaslı ayrımcılık ve tahammülsüzlük, ırka, cinsiyete ve insan bedenine ilişkin standartlardır. Hoyrat, argo, muhafazakâr, ırkçı, cinsiyetçi, açıkçası kadın düşmanı bir dilin ürünü olan metinlerinde ataerkil dilin söylem kalıplarına sıklıkla rastlanır: “İdeal bir lokma”, “gerçek bir hanımefendi”, “ibne menajer”, “şişko kız”, “dişi şeytan”, “dişi kaplan”, “korkunç yenge”, “sarışın civciv”…

Tüm “ötekiler” arasında en zelili, siyah kadınlar ve lezbiyenlerdir.

“Çok derbeder, kılığı da fahişe gibi gerçekten. Daha tatlı olmaması da garip. Ben hep siyahların daha güler yüzlü ve mutlu olduğunu düşünürdüm.” (10)

“Melisa, Alice ile benim lezbiyen olduğumuzu düşünüyordu. Nasıl oluyordu da Alice ve benim için bunu düşünecek kadar dangalak olabiliyordu?” (11)

Batılı, beyaz, modern, orta sınıf heteroseksüel yani ideal kadın, sınıfsal olarak taşıdığı kültürün, görgünün, ideolojinin bilgisi ve özdenetimiyle yargılar ötekini. “Berbat, kindar ve intikamcı lezbiyen kıskançlık gösteri”leri sergileyen bu kadınların, “melon şapka giymediklerini” “ama herkesin önünde birbirine sataşmak gibi saldırgan davranışlarda bulunduklarını” bilir!

Bedenin cinsel arzu uyandıracak biçimde sergilenmesi ancak alt sınıflara özgü bir kusurdur (“huzursuz ifadeli, esrarkeş bir orospu”); kırkına merdiven dayayanlar “feci yaşlı”, şişmanlık ve sakatlık şaşırtıcı, utanç verici, onur kırıcıdır; bir kadın hakkında ‘şişko kız’ denildiğini duysa utancından yerin dibine girer!

“Ya canı güzel bir bonfile, ciğerli börek ve elmalı turta çeken şişman bir kadınsa? Öyle olsa bile erkekler davet ettikleri kadınların kırılgan ve zarif davranmalarını ister.” (12)

Kapitalist ataerkinin belirlediği güzellik kalıplarına uymayan kadın sadece erkeğin değil, ne yazık ki kadınların söyleminde de aşağılanır.

“Ken bu kadınla yatağa giriyor olamazdı. Ken onunla balayında olamazdı. Bu kadın narin falan değil, düpedüz sakattı.” (13)

Tüm bu çaba, kadının kadına düşmanlığı, rekabeti, öfkesi, bu ötekileştirme, bu sistem çığırtkanlığı ne içindir? Aşk mı, sevgi, özgürlük, kendini gerçekleştirmek mi? Evlilik ve en doğru erkeği bulup sonsuza dek muhafaza etmek mi?

Binchy kitaplarındaki bayağı romantizmin, pahalı tutkunun, özverinin, bağımlılığın, tüketimci güzellik tapınmasının, rekabetin, hesap kitabın aşkla ilgisi yoktur.

“Odayı arayıp ona ‘Seni seviyorum’ dese miydi? Bunu birbirlerine yaparlardı, daha doğrusu ilk başlarda çok yaparlardı. Hayır, salaklıktı bu, karşılığında elde edecek hiçbir şey yoktu.”(14)

Sonunda evlilik ve aile yoksa aşk bir kayıptır! Ne var ki varlığın kutsal nedeni kılınan cilalı aşk imgesinin üstü kazındığında, mülkiyet ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı ekonomik evlilik modeli çıkar ortaya. Binchy’nin aileye ve ona giden yolu açan romantik aşka bu kadar ağırlık vermesi kaçınılmazdır, çünkü egemen olan sınıfsal ve cinsiyetçi ideolojilerin kendilerini gizleyerek en rahat işleyeceği, meşrulaştırılıp yeniden üretileceği ortam ailedir. Binchy’nin kadınları, evliliklerini kurtarmak için her şeyi göze alırlar. Tüm arzuları, o aynı erkek tarafından hayatları boyunca onaylanmak, sevilmek, vazgeçilmez olmaktır.

“Evliliğim İçin Çalarım da Çırparım da” (15) adlı öyküde, kendisini aldatan kocasını geri döndürmek için pahalı ürünler çalan Margaret, emeğinin karşılığını kısa sürede görür. Ödülü, kocası “Harry’nin suçlu suçlu ve sadakâtle gülümsemesi”, “harikulade bir kadınla evli olduğunu”, ama aptallığı yüzünden onu neredeyse kaybetme aşamasına geldiğini itiraf etmesidir:

“’Sensiz ne yapardım bilmiyorum, o kadar hesaplı alışveriş ediyorsun ki’ demişti Harry, yüzü aydınlanarak.”

“Karısına bakıp da ‘sensiz ne yapardım bilmiyorum’ diyen erkek zaten yoktur” der Germaine Greer “İğdiş edilmiş Kadın”da. Karısı zafere ulaşmıştır ama bu bir Phyrus zaferidir. Birbirine bağımlılığı desteklemek için, başlangıçta onları birbirine sevdiren ne varsa, hepsini feda etmişlerdir. Bir bütünlük oluştururlar sonunda, ancak ikisinin toplamı tek bir insan bile ortaya çıkarmaz.


NOTLAR

(1) Bir Dilek Tut Benim İçin, Maeve Binchy, Çev: Lale Budak, Doğan Kitapçılık, 2007

(2) Aldatmanın Böylesi/Her Durakta Aşk, Maeve Binchy, Çev: Zeynep Seymen,

Doğan Kitap, 2011

(3) Grup Seks İstemiyorum Kocacığım/Her Durakta Aşk

(4) Bakire misin Derdin Var/Her Durakta Aşk

(5) (9) (12) Aşk Mutfakta Pişer, Maeve Binchy, Çev: Lale Budak, Doğan Kitapçılık, 2004

(6) Sana Nasıl Şişko Derim?/Her Durakta Aşk

(7) Korkunç Görümce/Her Durakta Aşk

(8) Hadi O Adamı Öldürelim/Her Durakta Aşk

(10) Özel Hayatımdan Size Ne?/Her Durakta Aşk

(11) Lezbiyen Olduğunu Nasıl Anlarsın?/Her Durakta Aşk

(13) Eski Sevgili, Yeni Dost/Her Durakta Aşk

(14) Aldatmanın Böylesi/Her Durakta Aşk

(15) Evliliğim İçin Çalarım da Çırparım da/Her Durakta Aşk

25 Şubat 2011 Cuma

JEANETTE WINTERSON



Postmodern bir hikâye anlatıcısı

Toplumsal cinsiyet ve tarih ilişkisi üzerinden kurgulanan “Vişnenin Cinsiyeti” Türkçe’ye 1995 yılında ilk çevrildiğinden beri takip ediyorum Jeanette Winterson’ı. Pınar Kür’ün mükemmel çevirisi sayesinde tanıdığım yazarı 1997’de yine bir Kür çevirisi olan “Tutku”yla izledim. 2000’de dilimize kazandırılan “En İyi İlk Roman” (1985) dalında Whitbread ödüllü “Tek Meyve Portakal Değildir’i okurken bir kat daha hayran kalmıştım bu kadına. Klasik romana, hiyerarşik kurguya, kahraman stereotiplerine karşı duran, zaman, din, kültür, çocukluk ve ergenlik gibi kavramlara takıntılı, eril dili dönüştürerek kullanabilme hassasiyetine sahip, cinsiyet kutuplaşmaları ve cinsel kimlik konularına değinen, algısı çok farklı bir yazar olduğu kanaatine sahiptim artık. Sonra diğer kitaplarını; sanal bir aşkı anlatan “Dizüstü”nü (2002), Atlas ile Herakles mitini çağdaş bir söylene dönüştürdüğü “Atlas’ın Yükü”nü (2007) ve hikâyelerin gücü hakkında modern bir masal olan “Fener Bekçisi”ni, neredeyse hep aynı yazınsal formül üzerinden, aynı cinsiyetsiz dil, aynı metinsel oyunlar, aynı otobiyografik paralelliklerle kurulmasına rağmen müthiş bir keyif alarak okudum.

Hikâye anlatmak onun için zamandan, mekândan, gelenekten koparak özgürleşmek, yeni bir evren yaratmak demek. Evreni açıklarken açıklanmamış bırakmanın, onu zaman içine tıkıştırmadan canlı bırakmanın bir yolu hikâyeyi dilediğimiz hale getirmek. Bir hikâyeyi anlatan herkes farklı anlatır üstelik, herkesin onu farklı şekilde gördüğünü bize hatırlatmak için. Okurun zihnini, dikkatini sürekli canlı tutmayı, hikâyenin ilk başladığı zamana her dönemeçte eklediği yan hikâyelerle şaşırtmayı ve sınamayı seven Winterson’ın romanlarında anlatıcıyla birlikte çevresini saran karakterlerin hikâyeleri, zamanı sorgulayan bir üslupla arka arkaya tahkiye edilirken, diyalektik biçimde birbirinin nedeni ve sonucu olarak iç içe geçmeye, bütün oluşturmaya başlar. Önümüzdeki hikâyeler labirentinde bir karakterin hikâyesinden başka bir karakterin hikâyesine atlayarak, onları birbirine ulayarak ilerleyen anlatıcı, kendi hikâyesini arar bir yandan da. Kendini bir mekâna, merkezi bir noktaya sabitleyemeyen karakterler hep yol ayrımlarıyla karşı karşıyadırlar. Arayış ve yolculuk bitmez. Yaratılış efsanesini tersyüz eden “Boating for Beginners”de, dogmalar ve tabularla çatışarak arayış içinde savrulan bir kadını, Gloria’yı anlatır Winterson. Hıristiyanlık ve Batı kültürü tarihine, mitolojiye göndermeler, “Tek Meyve Portakal Değildir”den itibaren metinlerinin vazgeçilmez özellikleri olur. Psikiyatristlerce Avrupa’nın ortak bilinçdışını yansıttığı ileri sürülen ünlü Parsifal efsanesini kendine özgü bir yorumla yerleştirmişti ilk romanına. Dilimize çevrilen son romanı “Fener Bekçisi”nde ise işadamı Josiah Dark’tan kulenin anısına Babil adını verdiği oğluna, hayatları boyunca fenerde yaşayan Pew’lerden kuşaklardır inşaat mühendisliği yapan bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Robert Stevenson’a, Tristan ile Isolde’nin ölümsüz aşk öyküsünden Darwin’in kuramlarına kadar yaratılışı, aşkı, bedeni, dini, zaman olgusunu sorguluyor. “Atlas’ın Yükü”, başlı başına bir mitin yeniden yorumu... Yine bir hikâyeler silsilesinin ardından, Atlas ve Herakles’ten sonra kendine, çocukluğuna, anne-babasına döner Winterson. Otobiyografik ilk romanında evlat edinilmiş bir kızdır Jeanette, “Vişnenin Cinsiyeti”nin Jordan’ı gibi. “Fener Bekçisi”nde babası zaten hiç olmayan Gümüş, annesi de ölünce Cape Wrath’deki fenerin bekçisi Pew’un yanına verilir yarı çıkar, yarı evlatlık. Anne babalık kurumunu metinleri üzerinde de bertaraf eder böylelikle. Masalları, mitleri, otobiyografik yan hikâyeleri, alegorileri harmanlayarak dilini ve biçemini özgünleştiren Winterson’ın tarih, zaman, yaratılış olgularını sorguladığı, yıkıp yıkıp yaptığı, kendinin ve başkalarının hikâyelerini yeniden yazdığı romanlarında altüst ettiği bir başka yasa, toplumsal cinsiyet kategorisi.

Altı yaşındayken Pentakostal (Evanjelik Hıristiyanlık içinde bir hareket) bir aile tarafından evlat edinilerek Hıristiyan misyoneri olacak şekilde bir eğitim almaya, sekiz yaşında, kilise toplantılarında dağıtacağı ilahileri yazmaya başlamış Jeanette Winterson. Ailesinin, İncil dışında başka bir kitap okumasına izin vermediği bu çocuk, kütüphanede bulduğu Mallory’nin “Arthur’un Ölümü” adlı klasiği sayesinde hayal gücünü geliştirecek yazma yeteneğini keşfetmiş. 16 yaşına geldiğinde, ailesine lezbiyen bir ilişki yaşadığı açıklayarak evinden ayrılmış. Oxford Üniversitesi, St. Catherine’s College’de İngiliz edebiyatı okumuş. 24 yaşındayken yazdığı ilk romanı “Tek Meyve Portakal Değildir”, yazarın çocukluğu ve cinsel kimlik mücadelesiyle hesaplaşması bir bakıma. Bağnaz ve militan dindarlık anlayışına sahip bir anne, pasif bir baba ve önceleri annesinin cemaatinin sadık bir üyesiyken, sonradan aykırı eğilimleri nedeniyle gözden düşen bir kız çocuğu… Tanrı’nın izinde yetiştirilmek üzere evlat edinilen romanın kahramanı Jeanette, arkadaşı Melanie ile her zamanki gibi İncil okudukları bir gün, tanrıya onları bir araya getirdiği için şükran duydukları bir an yakınlaşır, tüm yasaklara rağmen duygusal bir boğulma hissederler. “Sonra korktum ama duramadım. Karnımda birşeyler sürünüyordu. İçimde bir ahtapot vardı.” (Lezbiyen aşkı anlatırken, erkek egemen tasvirlerin tümüyle dışında, sembolik bir dil kullanır Winterson özellikle bu romanında.) Şeytanın büyüsüne kapıldığı, içine ifrit girdiği gerekçesiyle şeytan çıkarma ayinine tabii tutulur Jeanette; Melanie ise üniversitede ilahiyat okumayı düşünmesine rağmen evliliği seçer naçar. Başka bir kadına karşı romantik sevgi günahtır:

“Şeytan bana en zayıf noktamdan saldırmıştı. Cinsiyetimin kısıtlamalarını anlayamayışım.”

Sevgilisi Pat Kavanagh ile ilişkisinden esinlenerek yazdığı deneysel romanı “Written on the Body”de isimsiz ve cinsiyetsiz bir anlatıcı vardır. Kimliklerin ancak gerçek dünya bedenindeki kısıtlamaların yapay ortamda aşılmasıyla düzenlenebileceğini vurguladığı postmodern romanı “Dizüstü”nde, evli kadın sevgilisinin kendisini kocasıyla aldatmasına bozulan anlatıcı kimliğinden hızla sıyrılarak, “lezbiyen kadın yazar” Jeanette Winterson olarak okurun karşısına geçer. Oysa kendini “lezbiyen” değil bir Queer olarak tanımlıyor Winterson gerçek hayatta. Toplumsal cinsiyetin hikâyenin sadece başlangıcı ama sonu olmadığını, durumla biraz eğlenmemiz gerektiğini düşünüyor. Cinsel kimlik ve genel anlamda kimlik kavramlarının dışlayıcı ve hiyerarşik olabileceğini dile getiren, kimliklerin verili, doğal ve sabit olmayıp inşa edildiğini ifade eden Queer kuramı, doğallaştırılan heteroseksüelliği, parodi unsurunu kullanarak içten dönüştürmeye çalışır.

Hayatını ve edebiyatını belirsizlik, ironi, abartı, sabitlenmemek, akışkanlık, toplumsal cinsiyet, kimlik, doğa ve din kavramları üzerine inşa eden Winterson’a hayran olmamın bir başka nedeni de radikal bir çevreci oluşu. Kopenhag İklim Zirvesi öncesi, İngiliz Guardian gazetesinde yayınlanan çarpıcı makalesinde, her zaman ve her şey için son derece aç gözlü insanoğlunun dünya için ne büyük tehlike oluşturduğunu anlatıyordu. “Gut Symmetries”de (1997) ise şöyle diyordu: (Onu kaçımız duyduk?)

“Biz başlangıcız. Biz zamandan önce varız. Beyaz/siyah, iyi/kötü, erkek/kadın, bilinç/bilinçaltı, cennet/cehennem, avcı/ kurban gibi ikilemler ve karşıtlıklara dayalı geçici dünyamızda bütün olanın ikiye yarıldığı ama bütünlüğü arayan başlangıcımızın dramalarını mecburen oynuyor olabiliriz. Zaman ve uzayda kendini arayan bu küçük mavi gezegene merhamet edin.”


TÜRKÇEDE JEANETTE WINTERSON

Vişnenin Cinsiyeti, Çev: Pınar Kür, İletişim Yayınları, 1995

Tutku, Çev: Pınar Kür, İletişim Yayınları, 1997

Tek Meyve Portakal Değildir, Çev: Sevin Okyay, İletişim Yayınları, 2000

Dizüstü, Çev: Zeynep Mercan, İletişim Yayınları, 2002

Atlas’ın Yükü, Çev: Dilek Şendil, Turkuvaz Kitap, 2007

Kapri Kralı, Çev: Gökçe Ateş Aytuğ, Güzel Kitaplar, 2007

Fener Bekçisi, Çev: Zarife Biliz, Turkuaz Kitap, 2010

İzleyiciler

Powered By Blogger