Lezbiyen şair ve roman kahramanı olarak SAPPHO
Eşcinselliğin ve cinsel çeşitliliğin tarihini ve tam olarak belirlemek, genel ve sabit bir kategoride toparlamak çok kolay değildir. Gey, lezbiyen ve trans deneyimlerindeki tarihsel farklılıkları göz önünde bulundurursak, bu edebiyat üretimindeki farklılıkları ve çatışma noktalarını da görebiliriz. Kadınların deneyimlerinin çoğu, kamu kayıtlarında ve geleneksel arşivlerde belgelenmemiştir, kadın hemcins arzusu tarihleri genelde geçmişin bugünde hatırlanacağı ve anlaşılacağı kaynaklardan mahrumdur. Oysa kadınlar arası aşk ilişkileri ve cinsel pratikler ise özgül bir tarihsel ve kültürel bağlamdan ayrı düşünülemez. Çok farklı kültürlerde varolagelmiştir ve hâlâ varlığını sürdürmektedir. Özellikle Veda öncesi Hindistan yontu sanatı ve söylenceleri ile Lesbos Adası’nda Sappho’nun şiirsel ifadeleri buna tanıklık etmektedir. Gey erkek kültüründe mevcut birçok tarihsel kaynak ve gelenekle karşılaştırıldığında Sappho, lezbiyen soy kütükleri içerisinde evrenselleşmiş tek figürdür.
Nitekim
Batı kültürel geleneklerinde lezbiyenlik Terry Castle tarafından “hayaletimsi” diye
nitelendirilmişti. Castle’a göre lezbiyen, bizi “kovalayacak” “tuhaf bir
kültürel güce sahipken” Batı imgelemi tarafından “hayaletleştirilir” ve
“gerçekliğin dışına çıkarılır.”[1]
Bir
lezbiyen şair, evrenselleşmiş bir lezbiyen imge ve temsil olarak Sappho da
Castle’ın teorisinde olduğu gibi erkek egemen iktidar ve kültür tarafından, bu
kültürün isterleri doğrultusunda şekillendirilerek adeta hayaletleştirilmiştir.
Şiirinin günümüze sadece fragmanlar halinde kalması, bir bölümünün tutucu
çevrelerce erotik olduğu zannıyla yok edilmesi, ancak 19. yüzyılın sonunda
eserleri bir araya getirilmeye çalışılması ve biyografik ayrıntılarının
karanlıkta olması başlı başına kadın hemcins arzusunun tarihinin üstünü örter. Ancak imgesi, 20. yüzyılın
ilk dönemine ait öncü bir lezbiyen sanatçının, onların yaşam biçimini dile
döken yegâne kültürel mitoloji kaynağının meşruiyet kazanmasını sağlamıştır.
Kadınların
kamusal alanın tamamen dışında, evde, kapalı, mahrem mekânlarda yaşamak zorunda
oldukları bir dönemde Sappho, Yunan edebiyatında lirik şiirin doruğuna
ulaşabilmiş, hem de kadınlara duyduğu hayranlığı ve aşkı şiirleriyle dile
getirebilmiştir.
Kahramanlar
çağının destansı şairi Homeros’la başlayan destan şiirini içeren erken dönem
Yunan edebiyatı yerini, 7. ve 6. yüzyıllarda bireyin özünü, doğasını ve aşkını özgürce
dile dökebildiği lirik döneme bıraktı. Bu yüzyıllarda değişen ticari ve ekonomik
koşullar sonucu Yunanlıların toplumsal yapısı da değişmeye başlamış, ticaretle
zenginleşen burjuva sınıfı sayesinde bireysellik öne çıkmış; toplumsallıktan
bireyciliğe geçişte yaşanan bu süreç lirik şiiri beraberinde getirmiştir. Yunan’da
lirik şiirin özünde duygular, melodi ve müzik vardır; kimi lir eşliğinde
okunur. Lirik şiirin doruğunda ise Lesvoslu Sappho vardır. Onun kullandığı ve
ilk kez onunla biçimlenen lirik sanat, Yunan edebiyatı için bir dönüm
noktasıdır. Sözcükler her şeyden önce salt melodi için seçilir Sappho’da; biçime
özü, içeriği, müziği sokmuştur. Onda oluşan şiir, erotik, duygusal, umutsuz,
arzu, özlem doludur. Yapıtı kadını, aşkı
hedefler. Kendisiyle ilgili her şeyi, hem iç titreşimlerini, hem de bitip
tükenmeyen aşk uğraşının kahramanlarını sakınmadan anlatır. Salvatore Quasimodo’ya
göre, “bir ten ve ruh öyküsü” yansıtır dizeleri:
“Hiç
uyarmadan,
kasırga
nasıl sökerse
meşeleri
kökünden,
öyle
sarsıyor yüreğimi aşk.”
Hem
kadınlara hem erkeklere âşık olmuş, kendine özgü bir şiir ekolü ve okulu
yaratmış, şiire özgün bir dil ve müzikalite getirmiş döneminin şarkı-melos
şairlerinden oluşan şiir akımı içinde büyük önem kazanmıştır. Platon şöyle
yazar: “Bazıları, dokuz sanat perisi olduğunu söyler -gelin sayalım tekrar- bakın,
onuncusu; Lesvos’lu Sappho.”
Yaşadığı
dönemin yalnız şiir kurallarını değil, ahlâk kurallarını da hiçe sayan Sappho,
şiirlerinde köpüklerden doğmuş aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’e övgüler
yağdırır, âşık olduğu genç kızlara seslenir, bakirelere ilahiler söyler. Günümüze
kalan tek eksiksiz şiiri “Aphrodite’ye Yakarış”ta, genç bir kadına olan
tutkusunu karşılıklı aşka dönüştürmesi için tanrıçasına yalvarır:
“Ey
tahtı ışıl ışıl Aphrodite
ulu
Zeus'un düzenci kızı,
yalvarırım
yüreğimi acılarla dağlama!
Yardımıma
gel gene, hani eskiden
sesimi
duyunca nasıl, çıkıp babanın sarayından kanat çırpan kuşların
çektiği
yaldızlı arabana biner; yeryüzüne inerdin bulutsuz mavilikten
ölümsüz
dudağında o aydınlık gülüşle sorardın,
'Gene
nen var?' derdin, 'nedir gene/deli gönlünü çelen?
Tılsımımla
kimi/baştan çıkarıp yollamam gerekiyor koynuna?”
Tanrılara,
özellikle koruyucu bir anne olarak gördüğü Afrodit ile oğlu Eros’a adanmış
şiirlerin ve kişisel şiirlerin yanı sıra Sappho düğünler için tören ve sofra
şiirleri, ölüm törenleri için de mersiyeler yazmış ve lir eşliğinde söylemiş.
Çağına kadar süregelen İon lehçesindeki Hexametron ve Attika lehçesine daha
uygun olan iambos vezinlerinde
yazılmış betiklerden farklı olarak, Dor öğeleri ile katışık Aiol lehçesinde; “Monodikte”
denilen tek bir ozanın lir ile söylediği şiir biçiminde eserler veren
Sappho’nun lir çalmadaki ustalığı o kadar ileri gitmiş ve enstrümanla kurduğu
bağı o kadar mükemmelleştirmiş ki daha önce bilinen lirik ölçüler yeni
şekilleriyle “Safik ölçüler” diye anılmaya başlanmış.
Kadınların
toplumun tamamen dışında, evlerine kapanık yaşamak zorunda oldukları, siyasette,
felsefede, sanatta, edebiyatta, erkek hâkimiyetinin bulunduğu bir dönemde
Sappho’nun şiirleri dışında neredeyse tüm Yunan edebiyatı erkekler tarafından
oluşturulmuştur ve erkeklerin kadınlara bakışını yansıtmaktadır. Kadınların
korkuları, özlemleri, aşkları, hayal kırıklıkları konusunda neredeyse hiçbir
şey söylememektedir bu metinler. Sappho’nun şiirleriyse okuma yazmaları
olmadığı için neredeyse hiçbir Yunanlı kadın tarafından bilinmiyordu. Fahişeler
dışında hiçbir kadın erkeklerin şölenlerine alınmadığından, burada okunan
şiirlerden haberleri olmuyordu. Yunanlı evli kadın, kendisine ait değildi.
Babası tarafından kocasına meşru çocuklar doğurma amacıyla verildiği için
yaşamının çoğunu ev işi yaparak, çocuk bakarak, dikiş dikerek geçiriyordu.
Nesiller boyunca, bir âşıktan alabileceği haz konusunda fikri olmadı.
Kadının
birçok yönden yok sayıldığı böyle bir toplumda Sappho’nun, kadına, tene, aşka
adanmış, kadının içselliğini özümseyen aşk şiirleri yazma cesaretinde hiç
kuşkusuz bir Afrodit kültü rahibesi olmasının büyük payı var. Eski Yunan’da
özel olarak eğitilmiş “kurtizan”lar (aşk kadınları), aşk, güzellik ve şehvet
tanrıçası Afrodit’in kızları sayılırdı. Afrodit’e adanmış kızlar genç, güzel,
genellikle soylu, varlıklı ailelerden kızlardı ve özel okullarda eğitilirlerdi.
Lesvos’ta diğer Yunan adalarına kıyasla, çok ileri seviyede bir genç kız, kadın
eğitimi söz konusuydu. Sappho’nun yanı sıra rakipleri sayılan Ğorğo ve
Andromeda gibi birkaç kadının daha yürüttüğü, genç kızların genel kültür,
konuşma, davranış, yürüyüş, müzik, dans, sanat, heykel, sosyal ilişkiler gibi
konularda, yani güzel ve estetik olanın alanında eğitildiği pek çok okul vardı.
Ancak tüm bunların neredeyse nihai amacı, genç kızların evliliğe dört dörtlük
hazırlanmasıydı. Tanrıça Aphrodite onuruna kurduğu okulda, yanına erken
yaşlarda aldığı genç kızları evlilik çağına kadar yetiştirdi Sappho. Hem antik
dünyanın önemli kadın şairleri çıktı bu okuldan, hem de kız öğrencileri
Sappho’nun, kadın doğasının gizli kalmış tüm gizemini anlatan lirik şiirlerinde
ebedileşti.
“Ah
Gongyla, benim biricik gülüm,
sıyır
sütbeyaz giysini üzerinden.
Nasıl
istiyorum şimdi gelmeni, benim
isteğimi
beslesin diye güzelliğin.
Ne
zaman görsem seni
bu
giysinin içinde, öyle güçsüz ve öyle
mutlu
oluyorum ki,
çok
kızsam da Kyprian'a, işte yalvarıyorum
öç
almasın diye benden, belki hemen
salıverir
seni, Gongyla
ve
gelirsin yeniden bana,
bil
ki sensin en çok arzuladığım
dünya
bir yana, sen bir yana.”
Antik
Yunan’da eşcinsel ilişkiler, üst sınıflar arasında yalnızca yaygın bir pratik olmakla
kalmayıp aynı zamanda evrensel bir ilişki tarzı ve yüksek bir kültürel değer
olarak algılanıyordu. Ancak bu yüceltme sadece erkek ile erkek arasındaki
ilişkide geçerliydi. Hatta Marilyn Yalom’un belirttiği gibi, eşcinselliği canla
başla savunanlar bile bunu yalnızca bir erkekle oğlan çocuğunun ilişkisiyle
sınırlamaktaydı. Oğlancılık, genç adamları güçlü birlikteliklerle tanıştırmak
için tasarlanmış toplumsal kabul gören bir kurumdu. Erkekler kamusal alanlarda
eşcinsel ilişkilerini gururla yaşarken kadınlar arası romantik dostluk
ilişkileri mahrem alanlara kilitlenmişti. Sappho’nun dizeleri sayesinde
haberdar olduğumuz bu aşklar, cinsel olmaktan ziyade tinsel ve ruhsal
boyutlarda, sevgi, özdeşleşme ve hayranlık duyma biçimlerinde yaşanıyordu.
Kadınlara adanan şiirleri ve sadece genç kızlardan oluşan okulu yüzünden
lezbiyen olarak anılan Sappho’nun lezbiyenliği de kimi kez bedenseldir ama
öte
yandan bu bedenselliğe sık sık güçlü annelik duyguları ve geç kalmışlığın hüznü
karışır.
“Memelerimden
hâlâ süt geliyor olsaydı
ve
bir bebek taşıyabilseydi karnım
çılgın
gibi koşardım bu zifaf odasına,
fakat
yıllar damgaladı tenimi binlerce kırışıkla,
aşkın
hiç acelesi yok bana
sarılmaya,
armağanlarıyla haz dolu sancıların.”
Lezbiyen
olduğu söylencesine rağmen Sappho’nun Kerkylas adlı bir zenginle evli olduğu ve
şiirlerinde de söz ettiği Kleis adlı bir kızı bulunduğu da bilinir. Helenistik,
özellikle de Roma Dönemi’nde Ovid başta olmak üzere birçok yazar Sappho’nun
Phaon adlı oldukça yakışıklı bir gence âşık olduğu, aşkına karşılık bulamadığı
için de Leukos kayalığından atlayarak intihar ettiğinde ısrarcıdır. Çünkü erkek
yazarlar, lezbiyen ilişkilerin geçiciliğini ya da cinsel ve tensel olmaktan çok
tinsel olduğu fikrini benimsemişlerdir. Bachofen Likya’daki anaerkil sistemi;
Atina’da başlangıçta varolan anaerkilliğin İon’laşmayla birlikte özdeksel/
dişil ilkeden uzaklaşarak yerini ataerkilliğe bırakma sürecini anlatırken Lesbos’ta
anaerkil ilke olarak, Sappho aracılığıyla, kadınların kendi cinslerine duyduğu
sevinin tinsel güzelliğe dönüşmesini göstermiştir. [2]
İlk
ansiklopedicilerden biri olan Pierre Bayle, Sappho’ya ilişkin makalesinin büyük
bölümünü, onun Phaon uğruna kadınları terk etmesi tartışmasına ayırmıştır.
Sappho, Phaon’a o kadar tutulmuştur ki, tutkusuna yanıt alamadığında yaşamının
bir anlamı kalmaz. Safo’nun şiirlerinin kimi bölümlerinden esinlenen Long Ago
adlı şiir kitaplarında vurgu, kadınlar arası aşkta değil, heteroseksüel Phaon efsanesi
üstündedir. Bu söylencelerin tümünün
kaynağı Ovid’in “Sappho’nun Phaon’a Mektubu” adlı şiiridir elbette:
“İstek
yaratmıyor bende artık, bir zamanlar
Yasak
aşkımın sevgili nesnesi olan lezbiyen kadınlar
Bütün
aşklar eriyip gitti aşkında senin,
Bilemedin
genç adam, değerini böyle bir ateşin.”
Lezbiyenliğin
kalıcı olmadığına dair en mitik hikâye olarak Sappho-Phaon söylencesi
kullanılmıştır yüzyıllardır sanatta, edebiyatta ve sinemada. Sappho’nun
şiirlerinde tek bir tasviri, dizesi, hatta sözcüğü bile anılmayan türlü
pornografik lezbiyen fantezi, Fransız libertin yazarların eserleri sayesinde
Sappho’ya mal edilmiştir ne yazık ki. Lezbiyen seks konusunu ilk kez ayrıntılı
olarak 1700’lerin sonunda Mathieu François Mairobert, “L’Espion Anglois” adlı romanında
ele alır. Kadınlar arasındaki seks üzerine yoğunlaşan pornografi yazını için
bir prototip olan romanda ana karakterler, genç Sappho ve ondan on yaş büyük,
lezbiyenlerin zevk alemleri yaptıkları bir evin sahibi Madam de Furiel’dir.
Sappho ilk lezbiyenlik deneyimini Madam’ın görkemli konağında, her türlü
hizmetkârla aksesuarın hazır olduğu bir ortamda yaşar ve burada cinsellik
konusunda sert bir eğitim görür. Nihayetinde genç bir erkek gelir ve genç kızı,
bu histerik yaşlı lezbiyenin elinden kurtarır. Mairobert, kendisinden sonra
yüzyıllarca sürecek bir tarih yazmıştır. Son derece çiğ ve iğrenç sadomazoşist
seks sahneleriyle doldurulan kitap, erkeklerin lezbiyenliğe dair
tahayyüllerindeki nefreti ve korkuyu besleyerek, cinsel fantezilerini tatmin etmekle
kalmaz, lezbiyen pornografinin de öncüsü olur. Faderman’ın belirttiği gibi,
edebiyatta lezbiyenlik ile kırbaçlama arasında kurulan ilişkinin de
yaratıcısıdır Mairobert; kırbaçlanan Sappho, lezbiyen sevişmenin odak
noktasındadır. Öyle ki Giovanni Frusta,
tümüyle ustasından etkilendiği “Flagellation and the Jesuit Confessional” adlı
romanında, devrim sırasında Paris’te birkaç lezbiyen kırbaçlama derneğinin
bulunduğu ve Sappho’yu koruyucu tanrıça kabul ettiklerini anlatır. Bu âlemlerde
Sappho’nun resmi, her şeyin duygu ve fantezileri kışkırtmak üzere hesaplandığı
salondaki mihrabı süslemektedir. Sefahat âlemleri kırbaçlamayla başlar, en
utanç verici cinsel sapıklıklarla sona erer.
Lezbiyen eğilimli üç kadınla
ilişkisi olan Baudelaire de Sappho’nun negatif lezbiyen imgesini hazla
kullanmıştır şiirlerinde. “Les Lesbiennes”in ilk şiiri olması düşünülen
“Lesbos”ta kadınlar, “baygın ve çılgın,/Karpuz kadar serinletici, güneş kadar
sıcak öpücükler” verirler birbirlerine. Sappho, Venüs kadar güzeldir ama bilinir
ki, lezbiyenler lanetlidir. Kadınların birbirlerine kondurdukları öpücükler,
onların “aklını başından almış” geçici ve yalan bir hazza kapılmışlardır.
Sonunda fallik merkezli adalet işe karışır. Sappho, Phaon’a teslim olur! Ovid’den bu yana erkek şairler arasında
fallik üstünlük yarışması sürüp gider. Verlaine’in “Sappho” şiiri de
Baudelaire’e benzer şekilde, Phaon’a olan aşkından hasta düşmüş, acınılası bir
Sappho portresi çizer. Kültünün lezbiyen törenlerini unutmuş, çareyi ölümde
ararken anlatılır Sappho. Pierre Louys ise daha da ileri giderek, gerek
“Bilitis’in Şarkıları”nda gerek “Aphrodite” adlı romanında fahişelikle
lezbiyenlik arasında kendince çok güçlü bağlantılar kurar. “Psapha” adlı
şiirinde sokaklarda dolaşıp, tavlanacak kız arayan erkeksi bir lezbiyendir
Sappho; Bilitis Lesbos’a gelir gelmez onu doğruca yatağa götürür.
Guy
de Maupassant, “Paul’ün Metresi”nde yozlaşmış lezbiyen fahişeyi, masum ve genç
bir erkekle karşılaştırır. Lezbiyenlik tüm kötülüklerin komutanıdır ve
romandaki lezbiyenler “Lesbos, Lesbose” tanımıyla aşağılanır. Alphonse
Daudet’nin “Sappho”sundaki fahişe model, genç erkek sevgilisini de kendini
perişan eder. Daudet, hayatından izler
taşıyan bu romanda, ilk büyük aşkı, Paris’in ünlü modellerinden Marie Rieu’yu
anlatır. Dönemin tüm sanatçılarına poz vermiş, birçoğuyla aşk yaşamış,
güzelliği tablolara işlenmiş Marie ile yaşadıklarını düşünerek Sapho’yu yazmıştır
Daudet. Romanın Sappho’su ünlü erkeklerin metresi olmuş Fanny, lezbiyen
maceralarıyla sevgilisinde rahatsız edici kaygılar uyandırır ama bir yandan da
lezbiyenliği bizzat kendisi “en aşağılık, en korkunç” kötülük olarak tanımlar.
Yüzyıllarca
edebiyatta süren Sappho’nun negatif lezbiyen imgeleri, sinemada çok daha
abartılı bir görsel boyut kazanır. 1968’lerin kült filmlerinden Gunnar Steele’in
yönettiği “Sappho Darling” ve yıllar sonra Robert Crombie tarafından yeniden
çekilen “Summer Lover”, Sappho’yu bir
lezbiyen cinsellik imgesi olarak fetişleştiren, erkeğin skopofilik hazzını
besleyen fantezilerdir. Lesvos adasına tatile giden bir karı kocanın ilişkisi,
cezbeli bir kadın tarafından bozulur. Önce kadın kadına, sonra erkeğin de
eklemlendiği bir “Menage à trois” yaşanır. Erkek olmaksızın lezbiyenler arası
bir cinselliğin tam olamayacağına dair eril yargı sağlanır. Kadınlar bakışın
etkin denetleyicisi olan erkeğin bakışına sunulmak ve erkeğe zevk vermek üzere
teşhir edilirken, kadınların kendisi için bir kayıp olduğu kaygısı, erkek
röntgencinin lezbiyen seksin seyrinden aldığı hazzı kışkırtmaktadır. Ama
nihayetinde erkeğin kaygısı yatıştırılır; tüm Sappho’ların sonunda Phaon’lara
boyun eğdiğinin güvencesi verilir.
FEMİNİSTLER VE
SAPPHO
Lezbiyen
erotik sahneleri alabildiğine abartılı gösteren Sappho miti üzerine erkeklerce
üretilen lezbiyenlik temalı yapım ve yapıtlar, heteroseksüel erkek
fetişizminin, röntgenciliğin, sadistik dürtülerin tatmin edildiği tümüyle
oportünist ve pragmatist ürünlerdir. Buna karşılık özellikle lezbiyen
feministler Sappho’yu sahiplenerek, Sappho mitini olumlayan eserler ortaya
koydular. Diana McLellan Hollywood’da Sapphism’in altın çağlarını anlattığı
kitabı The Girls: Sappho Goes to
Hollywood’da, 1920’ler ve 40’ların önde gelen lezbiyen ve biseksüel
oyuncularının, özellikle Marlene Dietrich, Greta Garbo ve sevgilisi Mercedes de
Acosta ile Isadora Duncan’ın hayatlarını cinsellik, feminizm ve film
endüstrisindeki güç ilişkileri üzerinden değerlendirdi. Ne var ki kadınlar
tarafından yazılan lezbiyen kurmacalar uzun süre Sappho’nun
şiirlerindeki mitsel romantik imgelerin estetik kuşatmasına, pastoral ve
saraylı rollere ve bizzat Sappho ile ilgili göndermelere takılıp kalır. Kadınlar
arasındaki cinsel ilişki, heteroseksüelliğe göre biçimlendirilmediği zamanlarda
da tersine narsistir: Kadınlar başka kadınları, onlarda kendilerini gördükleri
için severler! Marguerite Yourcenar’ın “Sappho ya da İntihar” öyküsü bu aşılmaz
çelişkiyi anlatır. Bütün kadınlar bir kadını sever; kendilerini severler
delicesine, güzel bulmaya razı oldukları tek biçim her zaman kendi
vücutlarıdır. Narkissos kendi olduğu şeyi sever Yourcenar’a göre Sappho ise kız
arkadaşlarında bir zamanlar kendisinin olmadığı şeye tapar buruklukla. Genç
kızların solgunluğu onda bekâretin neredeyse inanılmaz hatırasını uyandırır.
Kadınların yaşadığı aşk acılarını, kadın
cinselliğini ve kadınlar arası aşkı anlattığı romanlarıyla entelektüel kadın
dostluğunu ve sevgisini, modern anlamda lezbiyen cinselliğinin belirleyicisi
olan aşka dönüştürerek, eski Yunan’dan günümüze taşıyan Colette’in, ünlü romanı
O Zevkler’de anlattığı aristokrat ve
entelektüel iki kadının aşkı, Sappho’nun Lesvos adasına kadar uzanır.
Lezbiyenlerin estet-dekadan imajları içselleştirmelerine tahammül edemeyen
Colette, lezbiyen aşkın temelini, geçici cinsel tutkulardan daha derine inen
bir bağ olarak tasvir eder. Lezbiyenlerin estet-dekadan imajları
içselleştirmelerine tahammül edemeyen Colette, The Pure And The Impure’da lezbiyen aşkın temelini, geçici cinsel
tutkulardan daha derine inen bir bağ olarak tasvir eder. Ancak bir afyon
batakhanesinde geçen romanda lezbiyenliği cinsel doyumsuzlukla aynı kefeye
koyarak olumsuz stereotipleri yinelemekten kaçınamaz. Romanda aşk hayatı
detaylarıyla anlatılan ise Renée Vivien’den
başkası değildir. Paris edebiyat
dünyasında asla tam olarak kabul görmeyen Vivien, şiirlerinde birinci tekil
şahıs kullanarak cesurca dile getirdiği lezbiyen aşklarıyla tanınır.
Yapıtlarında karamsarlığın ve ölümün ağır bastığı Vivien, Natalie Clifford
Barney ile birlikte Sappho’yu yücelten şiirler yazdı; lezbiyen bir şiir akımı
yaratmayı amaçladı. Yine beraber açtıkları “Dostluk Tapınağı” adlı salon
lezbiyen kimliğin ve kültürün oluşmasında önemli rol oynadı.
Barney ve Vivien’in
yanı sıra Romain Brooks, Radclyffe Hall, Katherine Bradley, Edith Cooper
gibi dönemin yazarları ve H.D. ile Amy Lowell gibi modernist şairler, Sapphist
ve lezbiyen terimlerinin türetildiği Sappho’nun hayatını ve eserlerini temel ve
ilham kaynağı almışlardır. Sapphistlerden Radclyffe Hall, lezbiyen kimliğini açıklama ve kabul görme arzusunu,
edebiyat aracılığıyla seslendirme cesareti gösteren, dönemin ‘aykırı’
yazarlarından biriydi. Heteroseksüel bir kadına âşık, doğuştan erkeksi
bir üst sınıf lezbiyeni -büyük ölçüde kendi hayatını- anlattığı romanı The
Well of Loneliness (1928), 1960’ların sonlarına kadar “lezbiyenlerin
incili” olarak kabul edildi. Toplumsal kabul ve tanınırlık isteyişiyle politik
bir mesaj taşıyan, lezbiyen cinselliğini ve tensel arzuyu detaylarıyla
betimleyen roman ne var ki lezbiyeni, kadınlar tarafından dahi içselleştirilmiş
negatif imgesinden kurtaramamıştı.
Ana akım toplumda lezbiyen haklarını destekleyen eşcinsel
özgürlük hareketi ve lezbiyen feminist hareket ortaya çıkınca, olumlu, gerçekçi
lezbiyen tasvirleri ve karakterler de üretilmeye başlandı. Tanrıça hareketi ve
dişil mistisizmle de bağları olan kimi feministler, kadınlığın yeni
simgelerinin kadınlığa özgü karşıtlıkları ifade edeceği düşüncesiyle, yeni
simgeler ve imgeler için yarı mitsel bir anaerkil geçmiş ararlar. Lezbiyen
yazını, alegorik anlatımlardan, gizli kodlardan, lezbiyen köken mitlerinden,
fantezilerden, imgelemlerden beslenir. Eskil çağın kadın şairleri, Sappho ve Bilitis
bu anlamda önemlidir.
70’lerden itibaren kendilerine Sappho’nun Kızları” adı veren
lezbiyen topluluklar kurulur, Sappho’nun sanatını temel alan tiyatrolar
sahnelenir. 80’li yıllarda Amerika’da feminizm ve cinsellik temalarını cesurca
işleyen kitaplarıyla tanınan Erica Jong, Uçurumdaki
Çığlık Sappho’da, şiirlerinden esinlenerek ve çocukluğundan başlayarak bizi
Sappho’nun yaşamında bir yolculuğa çıkarır, tutkulu ve hassas Sappho’ya
dişilliğini iade eder. Page Dubois, Sappho is Burning adlı çalışmasında,
Sappho’nun Batı medeniyetlerinde, erkek egemen kültürlerde nasıl yalnızca bir
lezbiyen şair imgesine indirildiğinin izini sürer. Erkeklerden tamamen farklı,
özgün bir dil kullanan Sappho’yu, edebiyat tarihi, felsefe, cinsellik ve psikanaliz
içinden yepyeni bir bakışla okuyarak yüzyıllar boyunca deforme edilen,
fetişleştirilen, cinselleştirilen Sappho mitine karşı durur. Sappho’s Immortal Daughters da yine
Sappho mitleri için kültürel bir araştırmadır. Nancy Freedman, Sappho: The Tenth Muse adlı tarihi
romanında çocukluğundan başlayarak bambaşka bir Sappho ile karşılaştırır okuru.
Sappho denilince akla ilk gelen lezbiyen şair imgesinin onun çok yönlü
kişiliğini örttüğünü belirten Freedman’a göre Sappho, ahlâki, entelektüel,
cinsel açılardan bölünmüş bir ruh olmuştur.
Yazıya
kılavuzluk eden Sappho kitapları
Sapfo’nun
Şiirleri,
Çev: Kriton Dinçmen, Mephisto Yayınevi, 1994
Adım Hiç
Unutulmayacak,
Çev: Cevat Çapan, Adam Şiir Klasikleri, 2003
Nedir Gene Deli
Gönlünü Çelen,
Çev: Cevat Çapan, Can Yayınları, 2008
Şiirler Sappho, Çev: Samih
Rifat, Yapı Kredi Yayınları, 2008
Fragmanlar
Sappho,
Çev: Erdal Alova, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009
[1] Jodie Medd, “Günümüz Lezbiyen
ve Gey Kurmacasında Geçmişle Karşılaşmak”, Gey
ve Lezbiyen Yazını içinde, der. H. Setevens, çev. Kıvanç Tanrıyar, Sel
Yayıncılık, 2011.
[2] Bachofen, J.Jacob, Söylence, Din ve Anaerki, Çev. Nilgün
Şarman, Payel Yay. , 1997.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder