Bu Blogda Ara

26.08.2025

 

 

GÖÇMEN KADINLAR ve GÖÇÜN FEMİNİZASYONU

 

Pek çoğumuz gibi ben de kendini yerleşik gören, ‘bir yerli’ zanneden bir göçmenim. Anne tarafım Gürcü, baba tarafım Selanik kökenli. Kökler çok derin, çok kollu, çok etraflı… Nihayetinde kuşaklar boyu göç ede ede, farklı şehirleri geze göre İstanbul’a gelen annem, dört kuşak İstanbul Balatlı olan babamla tanışınca ağabeyimle ben de İstanbullu olduk. Önce yerleşiktik sonra birkaç şehre göç ettik, sonra yine bu kente yerleştik.  

Gittiğimiz her yerde, her yolda göçmenler vardı çeşit çeşit, döndüğümüz ve vardığımız her yerde de… Köklerimizde, toplumsal hafızamızda, ruhumuzda, tarihimizde göçler ve göçmenlik var çünkü. Göç etmek bir eylem değil, tarih boyu gelişen bir oluş, bitmeyen bir süreç, köklerimizi besleyen bir genetik kod. Yolda değil, asıl varıldığında çilesi başlayan zorlu bir pratik… Ve yolda değil, gidilen ülkede adı konulan bir kimlik, üzerinize yapıştırılan kıyısallaştırıcı bir etiket göçmenlik.   

Bir kurtuluş, bir özgürlük, daha iyi bir yaşam isteği ya da mecburi kaçış, zorunluluk… Ya kişisel bir planlama ya devlet eliyle yerinden yurdundan koparılma, ya gönül rızasıyla gitme ya canını kurtarmak için apar topar yollara koyulma, ya düşünce ve eylemleriniz yüzünden kovuşturulma ya düşünce ve eğitiminiz yüzünden davet edilme, ya siyasi diktadan ve şiddetten kaçma ya da sömürgenlerin ülkeni elinden alması sonucu kendi topraklarında göçmen olmak durumunda kalma…

Yasal göç, yasadışı göç, mültecilik, mübadele, sığınma, zorunlu, gönüllü, davetli; her ne durumda olursa olsun, deneyimler ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, göç toplumsal, cinsel ve politik açıdan eşitsizlikleri barındıran, hiç durmaksızın süregelişiyle de bu eşitsizlikleri yeniden üreten, hatta yeni sorunsallara yol açan, en çok da kadınları tüketen bir oluşuma sahip. İster kocasını takiben, ister ailesiyle, ister yalnız başına göç etsin, kadınlar erkeklerden daha fazla ayrımcılığa, şiddete ve engele maruz bırakılıyor.

Ekonomik, sınıfsal, milli, dini ve etnik ayrımları kışkırtarak besleyen bu oluşumun kilit noktasında da yine pek çok toplumsal olguda olduğu gibi “toplumsal cinsiyet” kavramı var.   

Kadınların eğitim ve bilgiye erişim, sağlık düzeyi, aile sorumlulukları, şiddet/ayrımcılık deneyimleri açısından yaşadığı olumsuzlukların en önemli nedeninin, toplumsal cinsiyet olduğu, bu nedenle toplumsal cinsiyetin kadın göçmen olmanın nedenleri ve sonuçlarında belirleyici olduğu görüşü günümüzde pek çok yazar ve araştırmacı tarafından savunuluyor.

 

Toplumsal cinsiyet farklıklarının göçteki etkisi elbette önemlidir, ancak hem kadın hem göçmen olma durumunda yaşanan ötekiliğin ve mağduriyetin birincil belirleyicisi olarak çağımızda tümüyle anaakımlaşan, devlet ideolojisine dönüşerek liberal uygulamalarıyla gündeme gelen toplumsal cinsiyet olgusunu görmek, eksik ve sorunları çözümlemek açısından yetersiz bir bakış açısıdır. Patriyarka, kadın düşmanlığı, hegemonyal erkeklik, yoksulluk, kapitalizm, emperyalizm gibi temel yapılar, egemen mekanizmalar asla göz ardı edilmemelidir. Çünkü genellikle yoksul, geri bırakılmış, Batı tarafından sömürülmüş, patriyarkal baskının, cinsel ayrımcılığın ve dini hükümranlığın yoğun olduğu, iç/dış savaşların yaşandığı, dağılan ülkelerde yaşayan kadınlar göç etmektedir. Zulüm görmüş, şiddete uğramış, travmatik olaylara maruz bırakılmış, eve kapatılmış, haklarına el konulmuş, kendi emeklerini değerli kılabilecekleri maddi koşullardan koparılarak mülksüzleştirilmiş, ülkesinden kaçmak zorunda bırakılmış kadınlar…

Pek çoğu daha iyi bir yaşam için bile değil, sadece yaşayabilmek için didinen bu kadınların göç ettikleri daha modern, gelişmiş ve refah ülkelerde, siyasetten kalkınma planlarına kadar toplumsal cinsiyet eşitliği temrini var ama bu, göçmen kadınların bedenlerinin, emeklerinin istismar ve suistimal edilmeyeceği, şiddet ve ayrımcılığa uğramayacağı, ezilmeyeceği anlamına gelmiyor. Evet, iş buluyorlar, çalışıyorlar ama işgücü içinde yer almaları, toplumsal cinsiyet açısından onları diğer çalışan ve göçmen erkeklerle eşit kılmıyor ya da Marksistlerin savunduğu gibi, istihdama katılmak tek başına kadınları kurtarmıyor. Anket ve araştırma sonuçlarına bakılırsa “göçmen kadınlar” [1] ev içi işler ve bakım işlerinde, tekstil ve imalat atölyelerinde, otel ve eğlence sektöründe çalışanlar, mağazalarda satış elemanları ya da seks işçileri olarak “görünür” vaziyetteler. 

Bugün milyonlarca göçmen kadının çalıştığı cinsiyetçi ve patriyarkal işbölümüne dayalı bu işlerin ortak özellikleri kayıtdışılık, güvencesizlik, düşük ücret, düşük statü, izole çalışma koşulları, mobbing, suistimal, istismar ve cinsel tacizdir. Kâğıtsız, belgesiz, sigortasız, izinsiz, hatta bazen maaşı bile verilmeden gayri resmi şekilde çalıştırılan kadınlar, göç öncesi ve sürecinde yaşadıkları onca zorluk ve travmalara ek olarak göç ettikleri ülkede de tüm bu kötü şartlarla birlikte sınır dışı edilme, insan ve organ kaçakçılığı tuzakları, tecavüz, kaçırılma ve ölüm gibi azımsanmayacak risklerle karşı karşıyadır. Çünkü kadındırlar, ek olarak yabancıdırlar, maddi ve kültürel sermayeden yoksundurlar. Göçmen kadınlar Essed’in belirttiği gibi etnik erkeklerin kadın varyasyonu, ya da beyaz kadınların etnik varyasyonu olarak görülmeleri nedeni ile hem toplumsal ve kültürel projeler, hem de etnik temelli örgütlenmeler içinde ikincil bir konumdadırlar.[2] Hem etnik erkeğin, hem beyaz erkeğin egemenlik ilkelerine maruz bırakılırlar, bazen liberal beyaz kadın tarafından da ezilirler, geldikleri ülke de patriyarkaldir, vardıkları ülke de…  

  

Buna rağmen kadınlar, yeni bir yaşam arayışıyla, kederli bir umutla, türlü zorunluluklar sonucu, korkulu yolculuklarla, yasal ya da illegal yollarla göç ediyor, göçe zorlanıyor. 

Dünya genelinde bir yılda göç eden kadın sayısı milyonlarla ifade ediliyor. 1960’lı yıllardan 2000’li yıllara göçmen kadınların sayısı 35 milyondan 85 milyona yükselmiş; dünyadaki göçmen nüfus içinde kadınların oranı yüzde 49’a çıkmış durumda ve bu rakamlar hızla artmaya devam ediyor. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde uluslararası göçteki eğilimler küreselleşme, hızlanma, çeşitlenme, politikleşme ve “kadınlaşma” olarak tanımlanıyor; göç eden kadınların sayısında ve görünürlüğündeki artış dolayısıyla “göçün dişileşmesi” ya da “göçün feminizasyonu” gibi yeni kavramlar ortaya atılıyor.[3]

Kadınlar daha önce de göç ediyorlardı ama ya aileleriyle ya kocalarıyla birlikteydiler, yani kendileri olarak görünür değildiler. 1970’lerden itibaren başlayan küreselleşme ve neo-liberal dönüşüm sürecinin sonucu ortaya çıkan ekonomik adaletsizlik, sınıfsal uçurumlar ve yoksullaşma sonucu, ailelerinden bağımsız olarak göç eden kadınların sayısında yoğun bir artış oldu. Çünkü yoksulluk öncelikle kadınları vurdu ve göçten önce yoksulluk kadınlaştı.

“Yoksulluğun kadınlaşması” kavramını, bu niceliksel yapıyı görünür kılmak üzere kullanan Deane Pearce, kadınların işgücüne katılım oranlarının artış göstermesine rağmen ekonomik konumlarının kötü olduğunu, yoksulların üçte ikisini kadınların oluşturduğunu ve de kadınların yoksulluktan etkilenme biçimlerinin daha farklı olduğunu ifade etmiştir.[4]

Annelik, ev içi yeniden üretim ile ilgili sorumluluklar, eğitim ve iş imkânlarından yoksunluk, dini baskılarla eve kapatılma, kendi gelirini oluşturamama ya da koruyamama, kandırılma, gelir dağılımı ve maaş adaletsizliği, ailelerine karşı maddi ve manevi sorumluluklar kadınların yoksullaşmasının ve de göçlerin önemli nedenleri. Göçlerin feminizasyonunu gerçekleştiren diğer baskın etkenler ise dini ve patriyarkal baskılar, kadına yönelik şiddet, göç alan/veren ülkedeki cinsiyet rollerindeki değişimler, siyasi düşünce ve konumlar, savaş ve çatışma durumları, uluslararası evlilikler ya da kaçılmak istenen kocalar ile ev ve bakım hizmetleri sektöründe kadınlara artan rağbet… Yani küresel sermayenin ucuz ve uysal emeğe olan azgın talebi…

Dünyada bakım işleri ve hizmet sektöründe çalışanların ezici çoğunluğunun kadın göçmenler olduğunu görüyor, biliyoruz. Kimsenin bakmak istemediği, bakamadığı hastalara, çocuklara, yaşlılara ustalıkla bakabilirler, güçlü kuvvetlidirler, cesur ve yamandırlar, güzel yemek pişirirler, temiz paktırlar, çocuklara yabancı bir, birkaç dil öğretebilirler, kültürel ve geleneksel değerlerini anlatabilirler, daha ucuza çalışırlar. Göçmen ve çoğunlukla belgesiz oldukları için üzerlerinde hâkimiyet kurulabilir:

“Pasaportlarına el koyun, asla geri vermeyin! Arkadaşı, dostu olmasın, hele sevgilisi asla! Telefonunu sürekli kurcalayın, dolabını araştırın, odasına kamera koyun, televizyon koymayın! İlk 3 ay maaşının yüzde 20’sine el koyun. Acımayın, profesyonel davranın ve lütfen ne kadar zor durumda olursanız olun taviz vermeyin.”[5]

 Sosyal medya ve medyada, forumlarda sık rastladığımız birtakım yazılar, tavsiyeler, insanlara özellikle de kadınlara, birer işveren olarak vicdanlarını ve duygularını bir tarafa bırakmalarını, gaddar ve otoriter olmalarını salık veriyor. Oysa dadı, bakıcı, ev hizmetlisi, temizlik görevlisi olarak bu kadınlar, üst ve orta sınıf kadınların ev işinden -en azından kısmen- özgürleşmesine, kendilerine vakit ayırabilmelerine, çalışabilmelerine imkân sağlamaktadır. Sosyal refaha ve kişisel sağlığa katkıları sonsuzdur, bu tür işler için gereğinden fazla kalifiyedirler. Ancak tüm bunlara rağmen göçmen erkeklerden daha az kazanır ve gelirlerinin büyük bir bölümünü ailelerine gönderirler. Bu sayede hem finansal açıdan kendi ailelerinin yeniden üretimini sağlarlar, hem vatandaşı oldukları ülkeye hayli yüksek miktarda döviz girişi sağlarlar. Bu öyle önemli bir etkendir ki Sema Erder, “göçün kadınlaşması eğilimi”ni kadın göçmenlerin geride bıraktıkları ailelerine para göndererek desteklemelerindeki artış olarak tanımlamaktadır.[6]

Göçmen kadınlar, ucuz işgücü, yasadışı kâr elde etme aracı, metalaştırılacak bedenler, sorunsuz döviz kaynağı olarak görülürken, sadece kendi ülkelerine değil, bulundukları ülkeye de maddi  katkılar sağlarlar; oturma izni, sağlık, hukuk, eğitim gibi konularda yasal destek yoktur, kazandıkları parayı harcamak zorundadırlar. Erkek egemen sistemin cinsiyetçi işgücü de göçmen kadınların ucuzlatılmış emeği sayesinde yürür ve bizzat erkeklerin iş yaşamı, konforlu hayatı bu sayede planlanır.

Silvia Federici, “eğer göçmenlerin ailelerine gönderdikleri paralar, uluslararası temel para akışı içinde petrol şirketlerinin gelirinden hemen sonra geliyorsa, o zaman Üçüncü Dünya’nın Birinci’ye ihraç ettiği en önemli meta emektir”[7] derken çok haklıdır zira göçün hem küreselleşmesinin hem kadınlaşmasının kesiştiği noktada, farklı biçimlere bürünen ev emeği yatmaktadır. Patriyarkanın tümüyle kendine özgü maddi temelini oluşturan, kapitalist değer üretiminin güvencesi olan üretken emeği yeniden üreten, yok sayılan ve görünmezleştirilen ev içi üretim tarzıdır, hiç durmadan tekrarlayan, ömür boyu süren bu ağır hizmet, bu son derece yıpratıcı emek, karşılıksız bırakılan kadın emeğidir. Ve Gülnur Savran’ın belirttiği gibi giderek küreselleşerek daha düşük ücretli, prestijsiz, güvencesiz ve köle emeğine yakın bir şekil almıştır.[8]

Göçün dişileştiğini savunanlar, bu değişimin temel etkenlerinden birinin kadının görünürlüğü olduğunu söylüyorlar ancak bu görünürlük ironik biçimde göçmen kadınların emeklerinin görünmezleştirilmesi üzerinden sağlanmaktadır.

Sadece ekonomik, kültürel ve sınıfsal değil, etnik ve dini farklılıkları da içerdiği için negatif ilişki örüntüleri içinde gerçekleşen bu istihdamda, hem maddi, hem de kültürel sermaye açısından güçsüz olan taraf, hizmetli/göçmen kadınlardır. İşgücüne katılarak ücret karşılığı çalışan kadınlar, kendi aileleri için de çalışıp karşılıksız emek harcadıkları için fiziksel ve ruhsal olarak fazlasıyla yıpranırlar. Çalıştıkları evlerde, işyerlerinde de kendi evlerinde de tacize ve istismara uğrayabilirler.

İş bulma ve hakkını alabilme zorluğu, göç edilen ülkenin dilini bilmeme, hukuk ve sağlık alanındaki gerekli bilgilere erişememe, haklarla ilgili sınırlı bilgiye sahip olma gibi dezavantajların yanı sıra, cinsel şiddet, mizojini, homofobi, ayrımcılık, ırkçılık, rekabet, dışlama, kadınları bekleyen ve yaşadıkları en önemli tehlikelerdir. Şiddetle karşılaşma riski yasal statü, yaş, sosyal sınıf, kültür, etnisite, din, cinsel yönelim, cinsel kimlik gibi etkenlere bağlı olarak değişmekle birlikte hayli yüksektir. Müslüman ve türbanlı kadınlar, sınıfsal, ekonomik ve kültürel sermayeden yoksun bırakılmış kadınlar göç ettikleri Batı ülkelerinde bu türden tehlikelerle karşılaşırken, Batı’dan Türkiye’ye veya diğer Müslüman ülkelere göç eden kadınlar da genelde cinsiyet, ırk ve kültürlerinden dolayı önyargılar, cinsel şiddet ve toplumsal baskılarla karşı karşıya kalmakta. Örneğin Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla birlikte 90’lardan itibaren ülkemize gelen Rus, Moldovyalı, Litvanyalı, Ukraynalı kadınlar, istismar, önyargılar ve cinsel şiddetin yükünü en çok çeken kadınlardı: “Nataşalar.” Sanki bu bloktan göç etmiş kadınların hepsi seks işçisiymiş, sanki hepsi Türk erkeklerine hayranmış ve yuvalarını yıkacakmış algısı tüm topluma yayıldı, kadınlar birbirleriyle karşı karşıya getirildi. Bu algıya göre tüm Rus göçmeni kadınlar “müsaitti”, taciz normaldi, Türk erkeğini baştan çıkartan onlardı, çünkü zaten Nataşa’ydılar, yabancıydılar. Gâvurdular!

Göçmen kadınların şiddete uğramasındaki belirleyici ve adeta maşurlaştırıcı etkenler, “yabancı” olmaları ve “açık” olmalarıdır. Bu durum genel olarak erkekler için bir potansiyel, kadınlar için bir tehdit olarak yaşanır. Göçmen Rus kadınlar, Türk kadınlar için bir rakipse, Türkiye’ye göç etmiş Suriyeli, Afgan kadınlar için de açık Türk kadını bir rakip olabilir.

Bu “açık/kapalı” ayrımı, kadınları birbirleriyle karşı saflara yerleştiren bir program olarak işlerken, kadınlar “açık” da olsalar “kapalı” da, göçmen de olsalar yerleşik de, göçmen olsun olmasın tüm erkekler tarafından cinsel şiddet ve tacize maruz bırakılmaktadırlar.

Cinsel şiddetin ve tacizin çözümünü, “Taciz” temalı dergide [9]uzun uzun tartıştığım için burada yeniden değinmeyeceğim, ama şunu hatırlatmakta fayda var ki, ne göçmen kadının ne yerleşik kadının farklı koşullarda, farklı biçimlerde ve farklı türlerde karşılaştığı, mecbur ve maruz bırakıldığı tacizin ve şiddetin çözümü, toplumsal cinsiyet eşitliği (masalı) değildir. Eğitim, bilgilendirme ve gerekirse cezalandırma şarttır. Batılı ülkelerin cinsel taciz ve şiddete karşı aldığı önlemler arasında, mültecilerin Avrupa kanunları ve değerleri konusunda eğitilmesi ve taciz/tecavüz suçu işleyenlerin sınır dışı edilmesi bulunuyor. Göçmen merkezleri göçmenler için eğitim programları düzenleyip, kitapçıklar, broşürler, çeşitli yayınlar hazırlıyorlar. Bu sosyal enformasyon ve eğitimler kuşkusuz faydalı; ancak nasıl bir dille, hangi zihniyetle hazırlandığı ve sunulduğu da çok önemli. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkartırsınız! Afgan Mültecileri Sivil Toplum Örgütü’nün, Türkiye’ye gelen Afgan erkekleri için yayımladığı “uyarılar” bu bağlamda iyi bir negatif örnek:

*Türkiye'de kadın ve kız çocuklarının özgürlüğü tamdır, birçoğu yılın sıcak mevsiminde toplumda çok açık giysiler giyer. Türkiye'de bir kız çocuğu rahatsız edilirse ağır sonuçları olur. Burası hukuk ülkesi.

*Dostça davranış ve erkekler arasında el ele tutuşmak, halka açık yerde şaka, zorbalık, Afganistan'ın bazı bölgelerinde normal olabilir ama Türkiye'de böyle sahneleri görmek hoş değil, iki adam el ele dolaşırsa homoseksüel olmakla suçlanabilirler.[10]

Türkiye’de kadın ve kız çocuklarının özgürlüğü tam olmadığı gibi tümü de “çok açık” giysiler giymez hatta tümü açık bile değildir, açık olsun kapalı olsun kadınlar tacize uğramaktadır ve kadına yönelik şiddet konusunda asla bir hukuk ülkesi değildir Türkiye. Ve diğer uyarıyı besleyecek şekilde, homofobinin yüksek olduğu bir ülkedir. Ama eşcinseller vardır ve gayet de örgütlüdür. Olası göçmen eşcinselleri bu kurumlara ve örgütlere yönlendirmek yerine, eşcinsel düşmanlığını örtük örtük besleyen bu uyarı da son derece genellemeci, özcü, eksik, hatalı ve risklidir. Kadının tümüyle tabu olduğu bu tür ülkelerden gelen erkekleri, adeta Türkiye’deki “açık kadınları” bulmaya ve eşcinsel erkekleri damgalamaya davet etmektedir.   

Göçmen kadınların uğradıkları hak ihlallerini ve erkek şiddetini şikâyet edebilecekleri resmi bir kuruluş maalesef yok. Türkiye vatandaşı kadınlar için bile bu çok zor iken, göçmenlerin bu mekanizmalara başvurması neredeyse imkânsız. Özellikle son yıllarda göçmen alımının yoğun bir hız kazandığı ülkemizde, ne göçmenler için eğitici ve bilgilendirici programlar ne bir bakanlık ne de ilgili bir resmi devlet kurumu var. Bu konuda kadınların yardımına feminist kadınlar ve kadın kuruluşları koşuyor. Türkiye’deki mülteci kadınların yaşadığı sorunların takipçisi olan ve göçmen kadınların görünür olması için çaba gösteren Göçmen Kadınlarla Dayanışma Grubu, yasal destek, tercüme, bilgi edinimi gibi sorunlarına mümkün olduğunca çözüm üretmeye çalışıyor ama bu ve benzeri gönüllü, sivil çalışmalar, sorunları yasal ve resmi açılardan çözmeye yetmiyor. Kadını tüm haklarıyla tanıyan, patriyarkal ve kapitalist baskılardan koruyan kadından yana politikalar üretilmedikçe ve bunlar sisteme, hukuka, kültüre entegre edilmedikçe yani feminist bir devlet politikası benimsenmedikçe göçmen olsun olmasın kadınların sorunlarına çözüm bulmak da, tacizi ve şiddeti önlemek de göçü kadınlar için daha iyi bir yaşam imkânına dönüştürebilmek de çok zor görünüyor.

 

Peki, durum bu kadar vahim mi? Göçü feminize eden kadınlar, göçten sadece negatif mi etkileniyorlar, bu kadınlaşma, kadınlara imkânlar sunuyor mu, feminist çalışmalar bu konuda ne söylüyor, ufukta kurtuluş var mı? 

Feminist çalışmalar, kadınların göçün aktif katılımcıları olduğuna ve göçü etkileyici kapasitelerine vurgu yaparken, göçün feminizasyonu kavramını öncelikle kadının görünürlüğü üzerinden okuyorlar. Nitekim göç hareketlerinin yarısını oluşturmasına rağmen, uzun yıllar göç istatistiklerinde ve göç literatüründe görünmez/pasif kalan ya da erkeğe ve aileye bağlı olarak temsil edilen kadınlar, Mirjana Moroksavic’in belirttiği gibi, 1970’lerin ortalarına kadar göç araştırmalarında hemen her zaman ‘görünmez’ olmuşlar, kadınlardan söz eden birkaç araştırmada ise erkeklere bağımlı kişiler olarak anılmışlardır.

1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’da görülen “misafir işçilik” rejimlerine ilişkin kapsamlı bir literatür gelişmesine rağmen kadınların bu göç süreci içerisindeki yeri ve konumuna ilişkin incelemeler oldukça kısıtlıdır. Bu dönemde kadın göçmenler ve göç üzerine çalışan nadir araştırmacı ve yazardan biri olan Nermin Abadan-Unat’ın, Türkiye kökenli kadınların Almanya’daki yaşamlarına ve iş piyasasındaki konumlarına (elektronik, otomotiv, tekstil, kimya, gıda endüstrileri ile paketleme ve temizlik hizmetleri) yer verdiği çalışmalar bu anlamda çok değerlidir. Unat, 1970’lere doğru Avrupa endüstrilerinin daha düşük maliyetli kadın işçilere yönelmesi eğilimiyle beraber, pek çok Türk kadınının, eşlerinin özlemini çektikleri “Batıdaki işi” bulmak için yola çıktıklarına değinmektedir[11] ki göçün feminizasyonunun bu dönemde başladığını söylemek mümkündür. Türkiye’den Avrupa’ya yoğun kadın işçi göçü diğer Avrupa ülkelerinde de göçmen kadın istihdamını tetiklemiş ve bu süreç, kadınların lehine sonuçlar doğurmuştur. Örneğin 70’lerde Türkiye’den Hollanda’ya göç eden kadınlar, hem ekonomik özgürlüklerini elde etmiş, hem ailelerini yanlarına aldırabilmiş, hem de göçmen kadınlara ve kadın hareketine önemli faydalar sağlamışlardır.

Hollanda Türkiyeli İşçiler Birliği bünyesinde yer alan kadınların girişimiyle, 1974 yılında kurulan Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği, göçmen kadınları bünyesine katmayı ve farklı kesimlere ulaşmayı hedeflemiş ve bu niyetle çeşitli mahallelerdeki semtevleri kanalıyla yerel faaliyetler örgütlemeyi başarabilmiştir. Yirmi yılı aşkın bir süre faaliyetlerine devam etmiş (etkinlik, kurs, seminerler, atölyeler, semtevleri vb) tek göçmen kadın örgütü olan HTKB, 1980’lerde kadın özgürlüğü konusunda etkin bir politika izlemiş, Hollanda kadın hareketi ile ilişki ve işbirliği içinde olmuş, 80’ler boyunca kadın göçmenliğe dair politikalar oluşturmuş ve bunları uluslararası arenaya taşımıştır. Ne var ki 90’lardan sonra Hollanda’da kadın özgürlüğüne yönelik olarak kurulan özel birimler kaldırılmış, kadın sorunu da “göçmenlerin entegrasyonu” çerçevesi içerisinde göçmen kökenli kadınların “kurtarılması” sorununa indirgenmiş görünmektedir.[12]

1970’lerde, 1951 Sözleşmesi’ndeki “sığınmacı” tanımını, tanımın erkek kişiyi tarif ettiği ve kadınların deneyimlerine yanıt vermediği haklı gerekçesiyle değiştirmeyi talep eden feministler, göç olgusunda kadının konumuna dikkat çekmeye başladılar. Yapılan ilk çalışmalar kadın göçünün olumlu yanlarına odaklanıp, kadınların göç alanına katkı verici olduğu bir yaklaşımı izlemiştir. Ancak pek çoğu, toplumsal cinsiyet farklılıklarının belirleyici etkisi üzerinde dururken, sınıf, ırk, din, etnisite gibi diğer farklılıkları görmezden gelmiş ve homojen, özcü bir kadınlık anlayışı geliştirmişlerdir. Kimi Oryantalist, liberal ve egemen özne merkezlidir; göçmen kadının sorunlarına kendi baktığı yerden çözüm bulmaya, onu kurtarmaya soyunan bu girişimler, kurban/mazlum göçmen kadın stereotipi yaratımında önemli derecede rol oynamıştır.  

80’lerden itibaren çok katmanlı sömürüye karşı çok katmanlı mücadele anlayışıyla ortaya çıkan üçüncü dünya feminist kuramı, emperyalist tuzağa yakalanan beyaz Batılı feminist söylemini eleştirirken kendi görünürlüklerini ve farklarını ortaya koyarlar. Üçüncü dünya feminist eleştirisi aile içi şiddet, erken evlilikler, toplumsal cinsiyet, kadın deneyimi, küresel sömürü, yoksulluk, göç ve kimlik kaybı gibi sorunlar üzerinden gelişmiş, Batılı feministlerce üretilen negatif evrensel imgeler yapıbozuma uğratılmıştır.

Tarihe sabitlenmiş, sürekli acı çeken, ezilen, mağdur kadınlar topluluğunu bir kategori olarak kabullendiğinizde, mağdur durumu etkilemede güçsüz olduklarını, dolayısıyla korunmaya ihtiyaç duyduklarını da kabul edersiniz. Ki bu da emperyalist sömürgeciliğin iyiniyetli söylemidir. Dolayısıyla göçmen kadınların bizzat kendileri tarafından oluşturulan ve Batılı klişelerle mücadele eden bu yeni literatürde, öznel deneyimlere yer verilmiş, öznel kimlikler korunmuş, göç ve kadın ilişkisi tüm farklılıklar göz önünde bulundurularak incelenmiş ve göçün kadınları özgürleştirici etkisine değinilmiştir.  

Kadınlar göç sayesinde, yolculuk ve hareket imkânı bulup toplumsal istihdama katılabilirler, kendi ülkelerindeki dini baskılardan kaçıp iş bulabilir, meslek, yeni bir dil ve sosyal çevre edinebilirler, tecrübe ve deneyim kazanıp, sağlık ve eğitim imkânlarından yararlanabilir, kendi kendilerine bakabilirler, kadın hareketlerine katılabilir, diğer göçmen kadınlarla, diğer görünmezleştirilen kadınlarla buluşup yeni bir devrimi inşa edebilirler.

Nitekim artan yoksulluk ve göçle birlikte kimlik politikaları ve küreselleşme karşıtı politikalar yeniden önem kazanmaya başlamış ve feminist hareket ikibinlerde önemli bir kırılmaya daha uğramıştır. Silvia Federici’nin “sıfır noktasında devrim” dediği devrim şimdilerde, kapitalizm can çekişirken gerçekleşmektedir; hiçbir toplumsal güvencesi olmadan, hem kapitalizm hem de ataerki tarafından bastırılan ve yok sayılan, tam anlamıyla mülksüzleştirilmiş olanların, kaybedecek bir ücreti bile olmayan kadınların devrimi…

“Kadınların yoksunluğu ve mülksüzlüğü, onların yoksulluğu değil devrimci kudretlerinin zenginliği, yıkıcı ve kurucu gücüdür.”[13]

 


[1] “Göçmen kadınlar” söylemiyle, sınıf, din, ırk, etnisite, cinsel kimlik gibi değişkenler göz ardı edilmemektedir. Göç eden, göç sürecinde olan, mülteci konumunda yaşayan kadınları, kadın öznesi üzerinden tanımlayarak, "kadınlar"ı bütünsel bir kategori olarak ele almanın meşruluğunu (da) savunmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü aralarındaki tüm farklara rağmen kadınların kadın olmaktan kaynaklanan ortaklıkları, deneyimleri vardır ve kadınlar bir bütün olarak feminizmin öznesini oluştururlar.

[2] Ece Öztan, “Unutulan bir Göç ve Yurttaşlık Deneyimi: İlk Kuşak Göçmen Kadınlar ve Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği,” Fe Dergi, Sayı 2, 2010: https://cins.ankara.edu.tr/goc2.html

[3] Bakınız; EIGE (European Institute for Gender Equality). Feminization of migration. https://eige.europa.eu/thesaurus/terms/1132

[4] “Yoksulluğun kadınlaşması” kavramı ilk kez, 1995 yılında gerçekleştirilen 4. Dünya Kadın Konferansı Eylem Planı’nda kullanılmıştır.

[5] http://haber.sol.org.tr/kadinin-gunlugu/siz-insan-misiniz-haberi-36946

[6] Sema Erder, “Zor Ziyaret: Nataşa mı? Döviz Getiren Bavul mu? Eski Doğu Bloğu Ülkelerinden Gelen Kadınların Emek Piyasasına Girişi”, Birkaç Arpa Boyu-21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar, Der: Serpil Sancar, Cilt 1, Koç Üniversitesi Yayınları, 2011.

[7] Silvia Federici, Sıfır Noktasında Devrim-Ev İşi, Yeniden Üretim ve Feminist Mücadele,  Çev: Damlanur Meral, Hilal Mertol, Özlem Avcı, Otonom, 2014.

[8] Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih-Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Kitap, 2013.

[9] Psikeart, Taciz, Sayı: 74, Mart- Nisan 2021.

[10] Kaynak: https://www.medyafaresi.com/haber/afgan-gocmenlere-turkiye-rehberi-acik-kadinlari-taciz-etmeyin/967471

[11] Ece Öztan, “Unutulan bir Göç ve Yurttaşlık Deneyimi: İlk Kuşak Göçmen Kadınlar ve Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği,” Fe Dergi, Sayı: 2, 2010; https://cins.ankara.edu.tr/goc2.html

[12] Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği ile ilgili bilgi, Ece Öztan’ın “Unutulan bir Göç ve Yurttaşlık Deneyimi: İlk Kuşak Göçmen Kadınlar ve Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği” başlıklı makalesinden derlenmiştir.  

[13] Silvia Federici, Age.

 

Kadınların kurtuluşu teknolojide mi?

“GELECEK DİŞİTALDİR!”  

                  

Kendi imgemi aynada ilk gördüğümde neler hissettim, nasıl tepki verdim, hatırlamıyorum ama kendi kopyamı hem de farklı biçimlerde ilk sihirli aynalarda gördüğümde ne çok şaşırmış, garipsemiş ama eğlenmiştim. Hem bendim hem benim çok şişman, çok kısa, çok uzun, çok sıska, grotesk, yamuk, komik biçimlerim.

Büyüdükçe, kendimi makyaj, peruk, kozmetik, kılık kıyafet, aksesuvarlar yardımıyla da değiştirebileceğimi, kendimden versiyonlar üretebileceğimi öğrendim. Sözde özerk ve bütünlüklü benliğin temsiller ve imgeler dizisinden başka bir şey olmadığını göstermek, cinsiyet ve kimlik normlarıyla oynamak, teatral ve sanatsal bir uğraş ise işlevsel ve eğlenceliydi, aksi takdirde her gün yeni temsiller yaratamazdınız. Hem zaman hem emek hem de bütçe istiyordu bu değişim işleri… 

Derken bilgisayarlar, photoshop programları, internet sayesinde bu manuel değişim, dönüşüm işlerini, dijital ortamda ve çok daha iyi sonuçlarla elde eder olduk. Görüntüleri, renkleri, mekânları, cinsiyetleri, kıyafetleri, hemen hemen her şeyi değiştirebiliyor, farklı gösterebiliyor, uzantılar ekleyebiliyor, kopyalar üretebiliyorduk. Ve nihayet, bunu çok daha kısa sürede ve dilediğimiz her an yapabileceğimiz android telefonlar, sosyal medya, kişisel hesaplar, türlü yazılımlar, programlar, uygulamalarıyla yapay zekâ girdi hayatımıza.

Hemen hepimiz kendi avatarlarımızı, bilimkurgu karakterlerimizi, sevdiğimiz ünlüyle yan yana fotoğraflarımızı, gençlik, yaşlılık ve kadın/erkek hallerimizi yaptık yapay zekâyla; kahraman olup filmlerde oynadık, dünyanın ünlü binalarının önünde boy gösterdik, filmlerimizi, müzikli videolarımızı ürettik, kozmetik, saç, dövme tekniklerinin yüzlercesiyle süslendik, değişmek, gençleşmek, güzelleşmek için sunulan programlarını indirir olduk.

Instagram, TikTok, Facebook, Threads, X, Youtube gibi platformlarda yüz binlerce sanal karakter ortaya çıkarken bu sayı giderek artıyor ve pek çoğumuzu cezbediyor. Sanal karakterlerimiz, sanal ilişkilerimiz, sanal hayatlarımızla ya kendimizi gizliyor, ya mükemmel, ulaşılmaz kendimize kavuşmayı amaçlıyoruz. Kendimize başkaları için oynadığımız rolleri içeren gerçek olmayan portreler, hayalimizdeki karakterler, hem biz olan hem olmayan kimlikler, gerçek ve sahte hesaplar, hem gizleyen hem sergileyen maskeler, özendiğimiz bedensel imgeler, deneyimlenmemiş algılar yaratabiliyoruz. Geçmişin simyacıları gibi maddeye değer ya da Doktor Frankenstein gibi hayat verebiliyoruz.

“Dahası cansız varlıklara hayat verebilir hale gelmiştim. […] Dünyanın yaratılışından bu yana en bilge insanın amacı ve arzusu olan şey, artık benim avucumun içindeydi.”[1]

Bu, inanılmaz, olağanüstü bir buluş, hatta Lacan’ın söz ettiği türden “ontolojik bir zafer”di ve sanki “dünyada olan her şey bir ayna gibi” davranıyordu. Yaşamımızın hemen her anına dâhil olan, gündelik hayatımızı, ihtiyaç ve beğenilerimizi, düşünce ve algımızı, kendilik biçimlerimizi ve beden imgemizi her yönden şekillendiren yapay zekâ ile yeni bir ayna evresine saplandık adeta. Ve bu evrede, imgemizi beğenip beğenmememiz, kendimizi nasıl gördüğümüzden çok, sanal dünyanın aynasında tanındığımız, görüldüğümüz anki sevinçle ölçülmeye, dijital imgeselce belirlenmeye başladı.

Kendini beğenmenin, ukalalık, “kendinibeğenmiş”lik, narsisizm gibi karşılıkları olan geleneksel tevazu toplumunda büyümüş olan pek çoğumuz için kendini beğenmek/beğendirmek zaten sancılı bir süreç iken artık bu, başarı, takdir ve onay; görünen/bilinen ötekilerle birlikte bilinmeyenlerin, anonim iktidarın ve algoritmaların göstergelerine de bağlı. Başarılı olmak ve beğenilmek, takipçi, izlenme, etkileşim oranıyla saptanırken, işe alımlarda, iş başvurularında, hizmet ve ürün satışlarında da etkili ve gerekli olmaya başladı bu yüksek rakamlar. Takipçin ve beğenin kadardın!

Ama çözümler mevcuttu. Bu zafer, vasat, sürprizsiz, yeteneksiz bile olsanız elde edilebilirdi. Takipçi, beğeni, yorum satın alabilirdiniz, kendi güzeller güzeli, erotik kopyanızı, kaslı muhteşem bedeninizi yaratabilirdiniz, reklam verebilir, şaşırtıcı teklifler ve görseller ile ürününüzü, bilginizi satabilirdiniz. Ama sürekli etkileşimde ve aktif olmanız, zaman, emek ve para harcamanız, ilgi göstermeniz ve bunu hiç durmadan yapmanız gerekiyordu.

Otantik kimliğin yerini şaşırtıcı olmak alıyor, eşsiz bir varoluşu, bir kopyalar çokluğunda kaybediyor, aynada en beğenilecek imgemizi arıyorduk. Teresa de Lauretis, “İmgenin sonsuz sayıda yinelenebildiği, gerçek dünyanın bir hayalet gibi göründüğü, hiç durmayan bir akışın, bitimsiz bir çoğaltma sürecinin içine mi kapıldık?”  derken, temsilin ve kopyaların dışında bir hakikatten kuşku duyduğunu belirtiyordu. İktidarlardan bağımsız, saf, el değmemiş bir temsilden söz etmek mümkün değilse, böyle bir gerçeklikten söz etmek de mümkün değildir. Göstergenin de gösterenin de arkasında “verili” bir gerçeklik vardır. Temsilin de kopyaların da yapay zekânın da… Ardında bir gerçeklik, hem de hegemonyal, kontrolcü, kuralcı bir gerçeklik vardır. Kendi sayfamız, hesabımız, filmimiz, ürünümüz, kopyamız, imgemiz sandığımız, özel alanımızda özgürüz sandığımız bu yanılsama içinde egemen algoritmaların kurallarına uymak zorundayız. Her şeyin algoritma tarafından belirlenen bir sınırı, saati, kuralı, onayı,  kabulü ve “olur”u vardır. Ne var ki ucu bucağı belirsiz ve gerçekliği şüphe götürür bir kitleyi (topluluk) korumak ve güvende tutmak adına uygulanan bu önlemler, gösterilen bu hassasiyet, yapay zekâya mündemiç cinsiyetçilik, ırkçılık, sınıfsal ayrımcılık gibi meseleler için geçerli değildir.

“Internet, aynı zamanda bir kontrol mekanizması. Bunlar tamamen kapitalist şirketler; hayatlarımız, bilgilerimiz, verilerimiz, konuşmalarımız, zevklerimiz, tüketimimiz üzerinde karar veren holdingler. Zengin ve ırkçı ABD’li efendilerin araçlarını kullanarak onları besliyoruz ve onların ellerindeyiz; örneğin algoritmaların nasıl çalışacağına onlar karar veriyor.”[2]

Yani sanıldığı gibi yapay zekâ matematiksel bir veri toplamı ve teknolojik bir yapı/kurgu değil, hele ki objektif ve eşitlikçi hiç değil. Matematikçi Cathy O’Neil, algoritmaların dokunulmaz, anlaşılmaz, gizemli yapay olgular değil, kodlanmış ya da kodla iç içe geçmiş kanı ve inançlardan ibaret olduklarına dikkat çekerken, Doktor Safiya U. Noble, popüler arama motorlarının egemen kültürel normları yansıttığını ve dayattığını belirtiyor.

Kültürel imgesel ve iktidar, zihinlerimizi ve bedenlerimizi erkek ve kadın zihinler/bedenler şekline sokarken, buna karşılık gelen öğreti ve kurumlar da cinsiyetleri bu ikileme tâbi tutarak bedenleri, farklı bir dizi güç ve kapasiteye sahip iki cinsiyet şekline sokmaktadır. Tarih boyu kadını bedensellikle, eksiklikle, zayıflıkla, duygusallıkla, annelik ve ev kadınlığıyla, erkeği akıl, mantık, güç, otorite, iktidar, siyaset, bilim, teknoloji alanlarıyla eşleştiren “toplumsal cinsiyet normu”, temsilin de kopyanın da içine işleyen verili gerçekliktir. Birbiriyle iç içe geçmiş eril öğeleri barındıran bu normalleştirici disiplin, güç ilişkileri içinde yeniden üretilen bu iktidar, elbette dijital dünyada da varlığını sürdürmektedir. Zira yapay zekâ sistemlerinin eğitildiği binlerce terabayt büyüklüğündeki veriyi insanlar -yani aslında beyaz, üst-orta sınıf erkekler- üretiyor ve yapay zekâ, insanlığın -yani din, bilim, ilim adamlarının- yüzyıllardır ürettiği bilgileri, temsilleri ve önyargıları öğrenerek gelişiyor.

Bilimsel paradigmanın sınırlarını sorgularken yepyeni bir hayat formu yaratmaya, mükemmel canlıyı ortaya çıkarmaya çalışan Doktor Frankenstein, nasıl kendi adını taşıyan canavarda, farkında olmadan toplumsal cinsiyetli sosyal yapının kadını ötekileştiren cisimleşmiş yanını (da) yaratmışsa, tüm imkânları, olanakları, kolaylıkları, bir ontolojik, teknolojik zafer olması bir yana yapay zekâ (da) ataerkil ve kapitalist sistem içinde üretildiği ve bu sistemin hâkim, normatif kodlarını taşıdığı için, bugün dünyanın en büyük teknoloji ve yapay zekâ şirketlerinin sermayedarlarını, yöneticilerini, bilim insanlarını, yazılımcılarını, teknisyenlerini, mühendislerini, beyinlerini hegemonyal sınıf oluşturduğu için cinsiyet, ırk, sınıf, etnisite gibi ayrımcılıkları ve eşitsizlikleri de yeniden yaratıyor, besliyor.

Oysa ilk bilgisayar algoritmasını 19. yüzyılda bir kadın, Ada Lovelace (1815-1852) yaratmış ve bilgisayarlar icat edilmeden yüzyıl önce, ilk programcı olarak adını tarihe yazdırmıştı. Eskiden hesaplama işlemini kadınlar yapardı ve bu mesleği yapan kadınlara, insan-bilgisayar denilirdi. 50’lerin sonunda, evinde bilgisayar kullanan ilk kişi, ilk yazılımcı bir kadındı; Mary Allen Wilkes. II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan ordusunun yürüttüğü gizli bir proje kapsamında, ilk bilgisayarların programlamasını altı kadın yazılımcı yapmıştı, proje 1946 yılında kamuya duyuruldu ama bu değerli bilim kadınlarının adları gizli tutuldu. Kadının adı yoktu! Programlamanın öncü isimlerinin çoğunu kadınlar oluşturuyordu ama bu erkeklerin işine gelmiyordu. Nasıl ki Ortaçağ’da şifacılık, ebelik, eczacılık yapan kadınları cadı yaftasıyla yok edip bilim alanından kovmuşlar, kadınlardaki sezgisel, zihinsel yaratıcılıktan, deneysellikten ve detaycılıktan korkmuşlarsa, 80’lerden itibaren aynı korku ve endişelerle kadınları bilgisayar alanından da uzaklaştırdılar ve programlama sektöründe hâkimiyeti ele geçirdiler. 

 

Muhafazakâr ve neoliberal 80’lerde Batılı ülkeler zenginleşirken, ekonomik çöküşe geçen komünist Doğu dünyası, birçok üçüncü dünya ülkesi, Afrika ülkeleri, yoklukla mücadele ediyor, hâkim güçler tarafından sömürülüyordu. İkinci dalga feminizmin devrimci mücadelesi ve kazanımlarından da ürkülmüş, kadınların bilişsel mekanik, analitik becerilerinden tedirgin olunmuş, toplumsal cinsiyet kavramı anaakımlaşmaya başlamış ve anneliğin, dolayısıyla ev kadınlığı ve bakım hizmetlerinin kutsallığı, kız çocuklarına uygun görülen mesleklerin yükselişi yeniden gündeme getirilmişti. Başarılı da olundu. Araştırmalara göre 80’lerin ortasından günümüze mühendislik ve bilgisayar bilimleri bölümünden mezun olan kadınların sayısı giderek düşmekte. Günümüzde dünyada yapay zekâ alanında çalışan kadınların oranı yüzde 22, bilim ve Ar-Ge pozisyonlarında çalışan kadınların oranı yüzde 29. Silikon Vadisi’nde dahi kadın yazılımcı sayısı hayli az ve teknoloji girişimlerinin yalnızca yüzde 5'i kadınlara ait. Yanı sıra kadınların dijital teknolojileri kullanma, ulaşma konusunda erkeklere kıyasla çok daha az imkâna sahip olduğu, beyaz olmayan kadınların ise daha da az temsil edildiği ortaya konan sonuçlar arasında.

Cinsiyetçi teknolojinin cinsiyetçi algoritmalarının kadınlar, özellikle de dini, ırksal, etnik, sınıfsal, cinsel, bedensel farklılıklara sahip kadınlar üzerindeki etkilerini sosyal medya ve arama motorlarında da görmek mümkün. Cinsiyet temsillerini değerlendirmek için farklı yapay zekâ araçları üzerinde yapılan araştırmalar; makine mühendisleri, yargıçlar, iş insanları, F1 pilotları, matematikçiler, CEO’lar, boksörler, futbolcular, dini/manevi/siyasi liderler ve çok daha fazla alandaki çeşitli mesleklerde erkeklerin gösterildiğini; siyahi ve Latin Amerika kökenli kadınların ise cinsiyetçi, hatta pornografik temsillerde görüldüğünü ortaya koyuyor. Yüz tanıma teknolojisinin koyu tenli bireyler özellikle de kadınlar için ayrımcı olduğu kanıtlandı. Kişiye göre ayarlanmış reklamlar, ilanlar bile cinsiyet, ırk ve sınıf ayrımcı ögelerle yüklü. Çocuklara yönelik çizgi film, müzikli klip, video ve pek çok uygulamada da kamusal alandaki meslekler erkekler tarafından icra edilirken, kadınlar daha çok özel alanda, anne, hemşire, bakıcı rollerindeler. Egemen dil İngilizce olduğu için algoritmalar “doğal olarak” sohbet robotunu yani “doktor”u erkek, “hemşire”yi ise kadın varsayıyor.

Özel sektörde, resmi kurumlarda, bireysel hayatlarımızda seyahatten eğitime, alışverişten sağlığa, sigortacılıktan bankacılığa dek birçok hizmet için bir tür sekreter, ofis-boy, hizmetçi, operatör, planlayıcı, kolaylaştırıcı görevi gören yapay zekâ sesli asistanların, kadın sesiyle konuşması ve bu konuşma tarzının son derece saygılı ve itaatkâr olmasına ne demeli? Siri, kullanıcıların duygusal durumlarını anlama yani son derece dişil bir özellik ile öne çıkarken, Alexa, akıllı ev kontrol sistemi ile yani yine ev/kadın bağlantısıyla rağbet görüyor. Yapay zekânın en yaygın işlevinin insanlara bilgi ve tüketici hizmeti vermek olduğunu, bu görevlerin de bir bakıma “kölelik ve hizmetçilikle” ilişkilendirildiğini belirten robot bilimi uzmanı Karl MacDorman’a göre şirketlerin bu yaklaşımı “cinsiyetçi” olarak nitelenebilir.[3] Yapay zekâ ve robotlarla ilgili etik ve kültür alanında çalışan Profesör Kathleen Richardson da aynı fikirde: “Kesinlikle burada bir cinselleştirme durumu var. Robot ve sesi ne kadar gerçekçi olursa, onları cinselleştirme eğilimi de o kadar fazla.”[4]

Robot kadınlar genellikle aşçı, hizmetçi, hemşire, dadı gibi modellerde üretilse bile bakım hizmeti üretimi, doğası gereği emek yoğun. Mekanizasyon ya da yapay teknolojilerin emeği ikame edebilmesi hem zor hem de uygulanabilirliği oldukça kısıtlı. Ama erkeklerin cinsel fantezilerindeki işlevi bir hayli revaçta ve yaygın. Sabit, değişmez, ses çıkarmayan, itaatkâr kadın modelinin monte edildiği şişme kadından robot kadına dek tüm bu yapay kadınlar erkeklere hizmet amaçlıdır. Blade Runner ve Ex Machina başta olmak üzere pek çok bilimkurgu filminde bir fantezi olarak karşımıza çıkan robotlarla aşk ve cinsellik yaşama fikri erkeklere aittir. Barcelona, Berlin, Moskova gibi şehirlerde açılan robotlardan oluşan genelevler de erkekler içindir. 

 

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Cinsiyetçiliği Yenebilir mi?

Şükür ki kimi büyük şirketlerde öyle olaylar yaşandı ki, yapay zekânın cinsiyetçi ve önyargılı tutumları artık görülür, konuşulur olmaya başlandı. Apple Kart’ın kadınlara erkeklerden daha düşük kredi verdiği, Amazon’un işe alım süreçlerinde cinsiyet kökenli ayrımcılığı önlemek için kullandığı yapay zekâ sisteminin, kadınların özgeçmişlerini filtrelediği ortaya çıkınca ve Microsoft’un sohbet botu Tay, kısa sürede ırkçı, Nazi yanlısı ve feminizm düşmanı olunca, şirketler, uzmanlar telaşla çözümler arar, öneriler, tasarılar sunar oldu. Kimi, toplumsal ve tarihsel cinsiyetçiliği görmezden gelerek bunlara sebebiyet verenin uygulamalardaki zafiyet ya da hata olduğunu söylerken, kimi de toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini benimseyerek kadınların farklı rollerde, mesleklerde temsil edildiği görüntü bankaları oluşturuyor. Programlama ve test ekiplerinde, “uzun vadede” (!) daha fazla kadının çalışmasını sağlayacak adımlar atılması öneriliyor. Kadınların ve kız çocuklarının dijital ekonomiye katılımları için, şirketlerdeki cinsiyet eşitsizliğini gidermek için eğitimler veriliyor, toplantılar yapılıyor.

BM Kadın Birimi, Dünya Kadınlar Günü'nün bu yılki temasını “cinsiyet eşitliği için dijital inovasyon ve teknoloji” olarak belirledi ve bu çerçevede yüzlerce etkinlik yapıldı, onlarca proje tanıtıldı. Miss Journey adlı yapay zekâ aracı, toplumsal önyargılara ve cinsiyetçi klişelere dikkat çekmeyi amaçlarken, Ada Lovelace’den ilhamla Lisa Zevi tarafından geliştirilen Ai-Da dünyanın ilk robot formunda kadın sanatçısı; Luis Arana tarafından yaratılan Luna, kendi değerleri doğrultusunda konuşabilen ilk feminist kadın robot oldu.

Bu proje ve etkinliklerin çoğu, iş hayatında toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak ile ilgiliydi; yapay zekâ sohbet robotları ya da yapay zekâ cinsiyet eşitliği uygulamalarının içerdiği bilgiler, kampanyalar, bağış, gönüllü olma veya katkıda bulunma fırsatları, evet tüm bunlar, toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgiliydi.

Peki, günümüzde toplumsal cinsiyet kavramı neydi? Patriarkanın, düzcinselliğin, milliyetçiliğin, militarist düşünce üretiminin ve hegemonyal erkekliğin kurucu ögesi olan toplumsal cinsiyet kavramını ve işleyişini olduğu haliyle almak, 80’lerden itibaren içi boşaltılmış, anaakımlaşmış toplumsal cinsiyet kavramını yeniden kurma konusunda alternatifler öneren feminist düşünceyi benimsememek, normatif cinsiyet beklentilerini, rolleri ve inançları yeniden üretecek ve cinsiyetçiliği önlemeyecektir.

Dünyanın farklı üniversitelerinde yapay zekâ algoritmalarında cinsiyetçiliği engellemeye çalışan feminist çalışmalar yapılıyor. University College Dublin’de yapılan araştırmalardan sorumlu olan Susan Levy, yapay zekânın insanlığı geriye itme özelliğine sahip olduğunu savunuyor. Levy'e göre algoritmalar, “toksik masküliniteyi körükleyip, toplumun yıllardır verdiği mücadeleyi baltalayabilecek boyutta” olabiliyor.[5] Levy’nin “toplum” dediği aslında kadın hareketi ve feminist kadınların mücadeleleri ki bu, gerçekten de baltalanmaya çalışılan bir mücadele, algoritmaları biçimlendirmeyen, yok sayılan bir bilgi birikimi. Öyle ki araştırmacılara göre bilgisayarlar veya işletim sistemi ile çalışan cihazlarda toplanan verilerin geçmişi ancak 15-20 yıla dayanıyor. Yani iki binli yıllara… Feminizmin dördüncü dalgasını yaşadığı, kesişimsellik tasarısının tartışıldığı, toplumsal cinsiyet kavramının yeniden yapılandırıldığı, normatif aile ve düzcinselliğin, kimlik ve cinsiyet kavramlarının yapısının söküldüğü, siberfeminizmin güç kazandığı yıllara…

Siber teknolojinin erkek egemen yapısına karşı, internetin doğası gereği dişil niteliklere sahip olduğunu öne sürerek, “gelecek dişitaldir” (the future is femail) mottosuyla yola çıkan siberfeminizmin, cinsiyet temelli ayrımcılık konusunda farklı iki temel argümanı var. İlki, kadınlara ve LGBTİ+ bireylere özgürlük ve alan açma savunusu ve çabası. Diğeri ise “cinsiyetsiz bir internet kültürü ve teknolojik düzen” oluşturmak.[6] Siberfeministlerin bu tasarısı, sadece toplumsal cinsiyet/cinsiyet kavramını ortadan kaldırmakla değil, insan bedenini, bedenleri dönüştürmekle de ilgili. Donna Haraway’in “toplumsal cinsiyetsiz ucube bir dünya umudunun ütopik hayalini”[7] içeren siborg kuramından ilhamla, oluşu, makine ve organizmanın birleşimi olarak gören siberfeministler, kadının ve diğer cinsiyet kimliklerinin kurtuluşunda teknolojiyi öne sürüyorlar.

Feminist mücadelenin önemli araçlarından ve alanlarından biri olan dijital medya, feminist bilgi ve mesajların üretimi/yönetimi/eğitimi, hashtag kampanyaları, ifşa hareketleri, video aktivizmi, deneyim paylaşımı, sokak protestolarının örgütlenmesi, küresel feminist hareketlerle dayanışma gibi konularda elbette çok büyük bir imkân. Ama cinsel ve sınıfsal bir devrim olmadan tüm kurtuluşu teknolojiye bağlamak, kimliksiz bir feminizm ortaya koymak çok da kabul edilebilir ya da kadınların lehine bir tasarı değil. Feminizmin egemen olan temsil biçimleriyle mücadele edebilmesi için kimlik ve özne tanımlarını yapması, patriyarkal manevraları ve kapitalist projeksiyonları iyi analiz edebilmesi gerekir. Bu bağlamda veri biliminin objektif olduğu algısına eleştirel yaklaşan feministlerin önerileri, kadınların deneyimlerini veri ve bilgisayar bilimiyle birleştirerek iktidara ve erke nasıl meydan okuyabileceklerini araştıran data feminizm[8] ve yine kesişimsel bir mercek aracılığıyla “daha yüksek, daha ileri, daha hızlı”dan, “daha sürdürülebilir, eşitlikçi ve insan merkezli”ye doğru bir paradigma değişimini temsil eden ve erişilebilirlik, aktif katılım, sürdürülebilirlik ve eşitlik gibi toplumsal konuları ele alan feminist dijital politika[9] daha gerçekçi ve çözüm odaklı görünüyor.

Women in Al Ethics (WAIE) kolektifi,  yapay zekâ etiği alanında çalışan ve dominant gruplara mensup olmayan kadınları görünür kılmak ve destek olmak amacını taşırken, Joy Lisi Rankin ve Fei-Fei Li gibi araştırmacı ve akademisyenler yapay zekâda cinsiyet, ırk, sınıf, adalet ve çeşitlilik için mücadele ediyor.

Tüm bunlara rağmen yapay zekâ algoritmaları hâlâ önyargılı ve çeşitliliği görmezden geliyor. Kadınlar ve cinsiyet kalıplarına uymayan kişiler, LGBTİ+ topluluğuyla ilişkili içerikler, sansürden, negatif kodlardan, çevrimiçi şiddetten çok daha fazla etkileniyor. Cinsiyet önyargıları, kadınları küresel ölçekte daha fazla damgalama riski taşıyor. Hal böyleyken yapay zekâ sistemleri kurtuluşumuz olabilir mi? Herkes ve her canlı için adil bir yapay zekâ teknolojisi üretmek ve sürdürülebilir kılmak mümkün mü? Meselenin “cinsiyet eşitliği” yönünü aşabilsek de sosyo-ekonomik ve sosyo-ekolojik etkilerini aşabilmek mümkün mü? 

Günümüzde kapitalizmin elindeki nihai silah olarak görülen yapay zekâ gibi teknolojiler, hem doğal kaynakları tüketiyor, çevreye ve insanlara zarar veriyor, hem işçilerin emek gücünü sömürüyor, hem de bunları küresel piyasalara sunuyor. Elisa Lindinger ve Julia Kloiber’in belirttiği gibi “Bu işin çoğu, işçilerin sömürüldüğü çalışma koşulları altında ve ücretlerin düşük olduğu ülkelere yaptırılıyor.”[10]

Yapay zekâ bakanlıklarının kurulduğu, yapay zekâya vatandaşlık[11] verilmesinin tartışıldığı günümüzde bu teknolojilerin artan yaygınlığı, kadınları ekonomik, politik ve sınıfsal açılardan çok daha güç durumlarda bırakabilir. Araştırmalar, kadın işgücünün neredeyse yüzde 80’inin üretken yapay zekâdaki gelişmelerden etkileneceğini, her 10 kadından 8’inin yapay zekâ nedeniyle iş değiştirmek zorunda ya da işsiz kalabileceğini gösteriyor. Çünkü çalışan kadınların yüzde 79’u, yapay zekânın yerini alabileceği ve otomasyona duyarlı mesleklerde istihdam ediliyor. 

“Dijital ekonomiye giderek daha fazla dâhil oluyoruz. Hem çalışma saatleri açısından hem ev işçisi kiralamak için kullanılan uygulamaları düşündüğümüzde ve kaynakların elektrik üretimi için talan edildiği yerlerde bu durum, en savunmasız insanların bedenlerini etkiliyor ki bunların göçmen ve ırkçılığa maruz kalan kadınlar olması tesadüf değil.”[12]

İktidarın olduğu yerde elbette direniş de vardır. Egemen dijital platformlara karşı alternatifler, kadın işçilerin kurduğu kooperatifler ve web dergiler seslerini dünya çapında duyurmaya başladı. İspanya merkezli feminist web dergisi Pikara bunlardan biri. Derginin koordinatörü Maria Angeles Fernandez, sadece teknolojiyi değiştirmenin, bizi çökmekte olan bir sisteme götüren yapıya meydan okuduğumuz anlamına gelmeyeceğini belirtiyor:

“Feministler ve iktidar odaklarına meydan okuyan feminist bir haber kaynağı olarak, bu etkilerin ardındaki tüm mantığı sorgulamak durumundayız. Gazeteciliğin, tüm ekonomik, patriarkal ve ırkçı iktidar odaklarına meydan okuyan bir karşı-iktidar aracı olduğuna gerçekten inanıyorum.”[13]



[1] Mary Shelley, Frankenstein ya da Modern Prometheus, Çev: Yiğit Yavuz, İş Bankası Kültür Yayınları, 2016                                  

[3] tr.euronews.com/yapay-zekanin-cinsiyetciligi-kadin-elinden-cikan-algoritmalar-kadinlara-kars-ayrimcilik-

[6] Duygu Aydemir, Siberfeminizm: Siborg Beden ve Siber Kültürde Cinsiyetin Durumu, Urzeni, 2021.

[7] Donna Haraway, Siborg Manifestosu, Çev: Osman Akınhay, Agora, 2016.

[11] David Hanson tarafından yaratılan robot Sophia’ya 2017 yılında Suudi Arabistan tarafından vatandaşlık verildi.

İzleyiciler

Powered By Blogger