GÖÇMEN KADINLAR ve GÖÇÜN FEMİNİZASYONU
Pek çoğumuz gibi ben de kendini yerleşik gören, ‘bir yerli’ zanneden bir göçmenim. Anne tarafım Gürcü, baba tarafım Selanik kökenli. Kökler çok derin, çok kollu, çok etraflı… Nihayetinde kuşaklar boyu göç ede ede, farklı şehirleri geze göre İstanbul’a gelen annem, dört kuşak İstanbul Balatlı olan babamla tanışınca ağabeyimle ben de İstanbullu olduk. Önce yerleşiktik sonra birkaç şehre göç ettik, sonra yine bu kente yerleştik.
Gittiğimiz her yerde, her yolda göçmenler vardı çeşit çeşit, döndüğümüz ve vardığımız her yerde de… Köklerimizde, toplumsal hafızamızda, ruhumuzda, tarihimizde göçler ve göçmenlik var çünkü. Göç etmek bir eylem değil, tarih boyu gelişen bir oluş, bitmeyen bir süreç, köklerimizi besleyen bir genetik kod. Yolda değil, asıl varıldığında çilesi başlayan zorlu bir pratik… Ve yolda değil, gidilen ülkede adı konulan bir kimlik, üzerinize yapıştırılan kıyısallaştırıcı bir etiket göçmenlik.
Bir kurtuluş, bir özgürlük, daha iyi bir yaşam isteği ya da mecburi kaçış, zorunluluk… Ya kişisel bir planlama ya devlet eliyle yerinden yurdundan koparılma, ya gönül rızasıyla gitme ya canını kurtarmak için apar topar yollara koyulma, ya düşünce ve eylemleriniz yüzünden kovuşturulma ya düşünce ve eğitiminiz yüzünden davet edilme, ya siyasi diktadan ve şiddetten kaçma ya da sömürgenlerin ülkeni elinden alması sonucu kendi topraklarında göçmen olmak durumunda kalma…
Yasal göç, yasadışı göç, mültecilik, mübadele, sığınma, zorunlu, gönüllü, davetli; her ne durumda olursa olsun, deneyimler ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, göç toplumsal, cinsel ve politik açıdan eşitsizlikleri barındıran, hiç durmaksızın süregelişiyle de bu eşitsizlikleri yeniden üreten, hatta yeni sorunsallara yol açan, en çok da kadınları tüketen bir oluşuma sahip. İster kocasını takiben, ister ailesiyle, ister yalnız başına göç etsin, kadınlar erkeklerden daha fazla ayrımcılığa, şiddete ve engele maruz bırakılıyor.
Ekonomik, sınıfsal, milli, dini ve etnik ayrımları kışkırtarak besleyen bu oluşumun kilit noktasında da yine pek çok toplumsal olguda olduğu gibi “toplumsal cinsiyet” kavramı var.
Kadınların eğitim ve bilgiye erişim, sağlık düzeyi, aile sorumlulukları, şiddet/ayrımcılık deneyimleri açısından yaşadığı olumsuzlukların en önemli nedeninin, toplumsal cinsiyet olduğu, bu nedenle toplumsal cinsiyetin kadın göçmen olmanın nedenleri ve sonuçlarında belirleyici olduğu görüşü günümüzde pek çok yazar ve araştırmacı tarafından savunuluyor.
Toplumsal cinsiyet farklıklarının göçteki etkisi elbette önemlidir, ancak hem kadın hem göçmen olma durumunda yaşanan ötekiliğin ve mağduriyetin birincil belirleyicisi olarak çağımızda tümüyle anaakımlaşan, devlet ideolojisine dönüşerek liberal uygulamalarıyla gündeme gelen toplumsal cinsiyet olgusunu görmek, eksik ve sorunları çözümlemek açısından yetersiz bir bakış açısıdır. Patriyarka, kadın düşmanlığı, hegemonyal erkeklik, yoksulluk, kapitalizm, emperyalizm gibi temel yapılar, egemen mekanizmalar asla göz ardı edilmemelidir. Çünkü genellikle yoksul, geri bırakılmış, Batı tarafından sömürülmüş, patriyarkal baskının, cinsel ayrımcılığın ve dini hükümranlığın yoğun olduğu, iç/dış savaşların yaşandığı, dağılan ülkelerde yaşayan kadınlar göç etmektedir. Zulüm görmüş, şiddete uğramış, travmatik olaylara maruz bırakılmış, eve kapatılmış, haklarına el konulmuş, kendi emeklerini değerli kılabilecekleri maddi koşullardan koparılarak mülksüzleştirilmiş, ülkesinden kaçmak zorunda bırakılmış kadınlar…
Pek çoğu daha iyi bir yaşam için bile değil, sadece yaşayabilmek için didinen bu kadınların göç ettikleri daha modern, gelişmiş ve refah ülkelerde, siyasetten kalkınma planlarına kadar toplumsal cinsiyet eşitliği temrini var ama bu, göçmen kadınların bedenlerinin, emeklerinin istismar ve suistimal edilmeyeceği, şiddet ve ayrımcılığa uğramayacağı, ezilmeyeceği anlamına gelmiyor. Evet, iş buluyorlar, çalışıyorlar ama işgücü içinde yer almaları, toplumsal cinsiyet açısından onları diğer çalışan ve göçmen erkeklerle eşit kılmıyor ya da Marksistlerin savunduğu gibi, istihdama katılmak tek başına kadınları kurtarmıyor. Anket ve araştırma sonuçlarına bakılırsa “göçmen kadınlar” [1] ev içi işler ve bakım işlerinde, tekstil ve imalat atölyelerinde, otel ve eğlence sektöründe çalışanlar, mağazalarda satış elemanları ya da seks işçileri olarak “görünür” vaziyetteler.
Bugün milyonlarca göçmen kadının çalıştığı cinsiyetçi ve patriyarkal işbölümüne dayalı bu işlerin ortak özellikleri kayıtdışılık, güvencesizlik, düşük ücret, düşük statü, izole çalışma koşulları, mobbing, suistimal, istismar ve cinsel tacizdir. Kâğıtsız, belgesiz, sigortasız, izinsiz, hatta bazen maaşı bile verilmeden gayri resmi şekilde çalıştırılan kadınlar, göç öncesi ve sürecinde yaşadıkları onca zorluk ve travmalara ek olarak göç ettikleri ülkede de tüm bu kötü şartlarla birlikte sınır dışı edilme, insan ve organ kaçakçılığı tuzakları, tecavüz, kaçırılma ve ölüm gibi azımsanmayacak risklerle karşı karşıyadır. Çünkü kadındırlar, ek olarak yabancıdırlar, maddi ve kültürel sermayeden yoksundurlar. Göçmen kadınlar Essed’in belirttiği gibi etnik erkeklerin kadın varyasyonu, ya da beyaz kadınların etnik varyasyonu olarak görülmeleri nedeni ile hem toplumsal ve kültürel projeler, hem de etnik temelli örgütlenmeler içinde ikincil bir konumdadırlar.[2] Hem etnik erkeğin, hem beyaz erkeğin egemenlik ilkelerine maruz bırakılırlar, bazen liberal beyaz kadın tarafından da ezilirler, geldikleri ülke de patriyarkaldir, vardıkları ülke de…
Buna rağmen kadınlar, yeni bir yaşam arayışıyla, kederli bir umutla, türlü zorunluluklar sonucu, korkulu yolculuklarla, yasal ya da illegal yollarla göç ediyor, göçe zorlanıyor.
Dünya genelinde bir yılda göç eden kadın sayısı milyonlarla ifade ediliyor. 1960’lı yıllardan 2000’li yıllara göçmen kadınların sayısı 35 milyondan 85 milyona yükselmiş; dünyadaki göçmen nüfus içinde kadınların oranı yüzde 49’a çıkmış durumda ve bu rakamlar hızla artmaya devam ediyor. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde uluslararası göçteki eğilimler küreselleşme, hızlanma, çeşitlenme, politikleşme ve “kadınlaşma” olarak tanımlanıyor; göç eden kadınların sayısında ve görünürlüğündeki artış dolayısıyla “göçün dişileşmesi” ya da “göçün feminizasyonu” gibi yeni kavramlar ortaya atılıyor.[3]
Kadınlar daha önce de göç ediyorlardı ama ya aileleriyle ya kocalarıyla birlikteydiler, yani kendileri olarak görünür değildiler. 1970’lerden itibaren başlayan küreselleşme ve neo-liberal dönüşüm sürecinin sonucu ortaya çıkan ekonomik adaletsizlik, sınıfsal uçurumlar ve yoksullaşma sonucu, ailelerinden bağımsız olarak göç eden kadınların sayısında yoğun bir artış oldu. Çünkü yoksulluk öncelikle kadınları vurdu ve göçten önce yoksulluk kadınlaştı.
“Yoksulluğun kadınlaşması” kavramını, bu niceliksel yapıyı görünür kılmak üzere kullanan Deane Pearce, kadınların işgücüne katılım oranlarının artış göstermesine rağmen ekonomik konumlarının kötü olduğunu, yoksulların üçte ikisini kadınların oluşturduğunu ve de kadınların yoksulluktan etkilenme biçimlerinin daha farklı olduğunu ifade etmiştir.[4]
Annelik, ev içi yeniden üretim ile ilgili sorumluluklar, eğitim ve iş imkânlarından yoksunluk, dini baskılarla eve kapatılma, kendi gelirini oluşturamama ya da koruyamama, kandırılma, gelir dağılımı ve maaş adaletsizliği, ailelerine karşı maddi ve manevi sorumluluklar kadınların yoksullaşmasının ve de göçlerin önemli nedenleri. Göçlerin feminizasyonunu gerçekleştiren diğer baskın etkenler ise dini ve patriyarkal baskılar, kadına yönelik şiddet, göç alan/veren ülkedeki cinsiyet rollerindeki değişimler, siyasi düşünce ve konumlar, savaş ve çatışma durumları, uluslararası evlilikler ya da kaçılmak istenen kocalar ile ev ve bakım hizmetleri sektöründe kadınlara artan rağbet… Yani küresel sermayenin ucuz ve uysal emeğe olan azgın talebi…
Dünyada bakım işleri ve hizmet sektöründe çalışanların ezici çoğunluğunun kadın göçmenler olduğunu görüyor, biliyoruz. Kimsenin bakmak istemediği, bakamadığı hastalara, çocuklara, yaşlılara ustalıkla bakabilirler, güçlü kuvvetlidirler, cesur ve yamandırlar, güzel yemek pişirirler, temiz paktırlar, çocuklara yabancı bir, birkaç dil öğretebilirler, kültürel ve geleneksel değerlerini anlatabilirler, daha ucuza çalışırlar. Göçmen ve çoğunlukla belgesiz oldukları için üzerlerinde hâkimiyet kurulabilir:
“Pasaportlarına el koyun, asla geri vermeyin! Arkadaşı, dostu olmasın, hele sevgilisi asla! Telefonunu sürekli kurcalayın, dolabını araştırın, odasına kamera koyun, televizyon koymayın! İlk 3 ay maaşının yüzde 20’sine el koyun. Acımayın, profesyonel davranın ve lütfen ne kadar zor durumda olursanız olun taviz vermeyin.”[5]
Sosyal medya ve medyada, forumlarda sık rastladığımız birtakım yazılar, tavsiyeler, insanlara özellikle de kadınlara, birer işveren olarak vicdanlarını ve duygularını bir tarafa bırakmalarını, gaddar ve otoriter olmalarını salık veriyor. Oysa dadı, bakıcı, ev hizmetlisi, temizlik görevlisi olarak bu kadınlar, üst ve orta sınıf kadınların ev işinden -en azından kısmen- özgürleşmesine, kendilerine vakit ayırabilmelerine, çalışabilmelerine imkân sağlamaktadır. Sosyal refaha ve kişisel sağlığa katkıları sonsuzdur, bu tür işler için gereğinden fazla kalifiyedirler. Ancak tüm bunlara rağmen göçmen erkeklerden daha az kazanır ve gelirlerinin büyük bir bölümünü ailelerine gönderirler. Bu sayede hem finansal açıdan kendi ailelerinin yeniden üretimini sağlarlar, hem vatandaşı oldukları ülkeye hayli yüksek miktarda döviz girişi sağlarlar. Bu öyle önemli bir etkendir ki Sema Erder, “göçün kadınlaşması eğilimi”ni kadın göçmenlerin geride bıraktıkları ailelerine para göndererek desteklemelerindeki artış olarak tanımlamaktadır.[6]
Göçmen kadınlar, ucuz işgücü, yasadışı kâr elde etme aracı, metalaştırılacak bedenler, sorunsuz döviz kaynağı olarak görülürken, sadece kendi ülkelerine değil, bulundukları ülkeye de maddi katkılar sağlarlar; oturma izni, sağlık, hukuk, eğitim gibi konularda yasal destek yoktur, kazandıkları parayı harcamak zorundadırlar. Erkek egemen sistemin cinsiyetçi işgücü de göçmen kadınların ucuzlatılmış emeği sayesinde yürür ve bizzat erkeklerin iş yaşamı, konforlu hayatı bu sayede planlanır.
Silvia Federici, “eğer göçmenlerin ailelerine gönderdikleri paralar, uluslararası temel para akışı içinde petrol şirketlerinin gelirinden hemen sonra geliyorsa, o zaman Üçüncü Dünya’nın Birinci’ye ihraç ettiği en önemli meta emektir”[7] derken çok haklıdır zira göçün hem küreselleşmesinin hem kadınlaşmasının kesiştiği noktada, farklı biçimlere bürünen ev emeği yatmaktadır. Patriyarkanın tümüyle kendine özgü maddi temelini oluşturan, kapitalist değer üretiminin güvencesi olan üretken emeği yeniden üreten, yok sayılan ve görünmezleştirilen ev içi üretim tarzıdır, hiç durmadan tekrarlayan, ömür boyu süren bu ağır hizmet, bu son derece yıpratıcı emek, karşılıksız bırakılan kadın emeğidir. Ve Gülnur Savran’ın belirttiği gibi giderek küreselleşerek daha düşük ücretli, prestijsiz, güvencesiz ve köle emeğine yakın bir şekil almıştır.[8]
Göçün dişileştiğini savunanlar, bu değişimin temel etkenlerinden birinin kadının görünürlüğü olduğunu söylüyorlar ancak bu görünürlük ironik biçimde göçmen kadınların emeklerinin görünmezleştirilmesi üzerinden sağlanmaktadır.
Sadece ekonomik, kültürel ve sınıfsal değil, etnik ve dini farklılıkları da içerdiği için negatif ilişki örüntüleri içinde gerçekleşen bu istihdamda, hem maddi, hem de kültürel sermaye açısından güçsüz olan taraf, hizmetli/göçmen kadınlardır. İşgücüne katılarak ücret karşılığı çalışan kadınlar, kendi aileleri için de çalışıp karşılıksız emek harcadıkları için fiziksel ve ruhsal olarak fazlasıyla yıpranırlar. Çalıştıkları evlerde, işyerlerinde de kendi evlerinde de tacize ve istismara uğrayabilirler.
İş bulma ve hakkını alabilme zorluğu, göç edilen ülkenin dilini bilmeme, hukuk ve sağlık alanındaki gerekli bilgilere erişememe, haklarla ilgili sınırlı bilgiye sahip olma gibi dezavantajların yanı sıra, cinsel şiddet, mizojini, homofobi, ayrımcılık, ırkçılık, rekabet, dışlama, kadınları bekleyen ve yaşadıkları en önemli tehlikelerdir. Şiddetle karşılaşma riski yasal statü, yaş, sosyal sınıf, kültür, etnisite, din, cinsel yönelim, cinsel kimlik gibi etkenlere bağlı olarak değişmekle birlikte hayli yüksektir. Müslüman ve türbanlı kadınlar, sınıfsal, ekonomik ve kültürel sermayeden yoksun bırakılmış kadınlar göç ettikleri Batı ülkelerinde bu türden tehlikelerle karşılaşırken, Batı’dan Türkiye’ye veya diğer Müslüman ülkelere göç eden kadınlar da genelde cinsiyet, ırk ve kültürlerinden dolayı önyargılar, cinsel şiddet ve toplumsal baskılarla karşı karşıya kalmakta. Örneğin Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla birlikte 90’lardan itibaren ülkemize gelen Rus, Moldovyalı, Litvanyalı, Ukraynalı kadınlar, istismar, önyargılar ve cinsel şiddetin yükünü en çok çeken kadınlardı: “Nataşalar.” Sanki bu bloktan göç etmiş kadınların hepsi seks işçisiymiş, sanki hepsi Türk erkeklerine hayranmış ve yuvalarını yıkacakmış algısı tüm topluma yayıldı, kadınlar birbirleriyle karşı karşıya getirildi. Bu algıya göre tüm Rus göçmeni kadınlar “müsaitti”, taciz normaldi, Türk erkeğini baştan çıkartan onlardı, çünkü zaten Nataşa’ydılar, yabancıydılar. Gâvurdular!
Göçmen kadınların şiddete uğramasındaki belirleyici ve adeta maşurlaştırıcı etkenler, “yabancı” olmaları ve “açık” olmalarıdır. Bu durum genel olarak erkekler için bir potansiyel, kadınlar için bir tehdit olarak yaşanır. Göçmen Rus kadınlar, Türk kadınlar için bir rakipse, Türkiye’ye göç etmiş Suriyeli, Afgan kadınlar için de açık Türk kadını bir rakip olabilir.
Bu “açık/kapalı” ayrımı, kadınları birbirleriyle karşı saflara yerleştiren bir program olarak işlerken, kadınlar “açık” da olsalar “kapalı” da, göçmen de olsalar yerleşik de, göçmen olsun olmasın tüm erkekler tarafından cinsel şiddet ve tacize maruz bırakılmaktadırlar.
Cinsel şiddetin ve tacizin çözümünü, “Taciz” temalı dergide [9]uzun uzun tartıştığım için burada yeniden değinmeyeceğim, ama şunu hatırlatmakta fayda var ki, ne göçmen kadının ne yerleşik kadının farklı koşullarda, farklı biçimlerde ve farklı türlerde karşılaştığı, mecbur ve maruz bırakıldığı tacizin ve şiddetin çözümü, toplumsal cinsiyet eşitliği (masalı) değildir. Eğitim, bilgilendirme ve gerekirse cezalandırma şarttır. Batılı ülkelerin cinsel taciz ve şiddete karşı aldığı önlemler arasında, mültecilerin Avrupa kanunları ve değerleri konusunda eğitilmesi ve taciz/tecavüz suçu işleyenlerin sınır dışı edilmesi bulunuyor. Göçmen merkezleri göçmenler için eğitim programları düzenleyip, kitapçıklar, broşürler, çeşitli yayınlar hazırlıyorlar. Bu sosyal enformasyon ve eğitimler kuşkusuz faydalı; ancak nasıl bir dille, hangi zihniyetle hazırlandığı ve sunulduğu da çok önemli. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkartırsınız! Afgan Mültecileri Sivil Toplum Örgütü’nün, Türkiye’ye gelen Afgan erkekleri için yayımladığı “uyarılar” bu bağlamda iyi bir negatif örnek:
*Türkiye'de kadın ve kız çocuklarının özgürlüğü tamdır, birçoğu yılın sıcak mevsiminde toplumda çok açık giysiler giyer. Türkiye'de bir kız çocuğu rahatsız edilirse ağır sonuçları olur. Burası hukuk ülkesi.
*Dostça davranış ve erkekler arasında el ele tutuşmak, halka açık yerde şaka, zorbalık, Afganistan'ın bazı bölgelerinde normal olabilir ama Türkiye'de böyle sahneleri görmek hoş değil, iki adam el ele dolaşırsa homoseksüel olmakla suçlanabilirler.[10]
Türkiye’de kadın ve kız çocuklarının özgürlüğü tam olmadığı gibi tümü de “çok açık” giysiler giymez hatta tümü açık bile değildir, açık olsun kapalı olsun kadınlar tacize uğramaktadır ve kadına yönelik şiddet konusunda asla bir hukuk ülkesi değildir Türkiye. Ve diğer uyarıyı besleyecek şekilde, homofobinin yüksek olduğu bir ülkedir. Ama eşcinseller vardır ve gayet de örgütlüdür. Olası göçmen eşcinselleri bu kurumlara ve örgütlere yönlendirmek yerine, eşcinsel düşmanlığını örtük örtük besleyen bu uyarı da son derece genellemeci, özcü, eksik, hatalı ve risklidir. Kadının tümüyle tabu olduğu bu tür ülkelerden gelen erkekleri, adeta Türkiye’deki “açık kadınları” bulmaya ve eşcinsel erkekleri damgalamaya davet etmektedir.
Göçmen kadınların uğradıkları hak ihlallerini ve erkek şiddetini şikâyet edebilecekleri resmi bir kuruluş maalesef yok. Türkiye vatandaşı kadınlar için bile bu çok zor iken, göçmenlerin bu mekanizmalara başvurması neredeyse imkânsız. Özellikle son yıllarda göçmen alımının yoğun bir hız kazandığı ülkemizde, ne göçmenler için eğitici ve bilgilendirici programlar ne bir bakanlık ne de ilgili bir resmi devlet kurumu var. Bu konuda kadınların yardımına feminist kadınlar ve kadın kuruluşları koşuyor. Türkiye’deki mülteci kadınların yaşadığı sorunların takipçisi olan ve göçmen kadınların görünür olması için çaba gösteren Göçmen Kadınlarla Dayanışma Grubu, yasal destek, tercüme, bilgi edinimi gibi sorunlarına mümkün olduğunca çözüm üretmeye çalışıyor ama bu ve benzeri gönüllü, sivil çalışmalar, sorunları yasal ve resmi açılardan çözmeye yetmiyor. Kadını tüm haklarıyla tanıyan, patriyarkal ve kapitalist baskılardan koruyan kadından yana politikalar üretilmedikçe ve bunlar sisteme, hukuka, kültüre entegre edilmedikçe yani feminist bir devlet politikası benimsenmedikçe göçmen olsun olmasın kadınların sorunlarına çözüm bulmak da, tacizi ve şiddeti önlemek de göçü kadınlar için daha iyi bir yaşam imkânına dönüştürebilmek de çok zor görünüyor.
Peki, durum bu kadar vahim mi? Göçü feminize eden kadınlar, göçten sadece negatif mi etkileniyorlar, bu kadınlaşma, kadınlara imkânlar sunuyor mu, feminist çalışmalar bu konuda ne söylüyor, ufukta kurtuluş var mı?
Feminist çalışmalar, kadınların göçün aktif katılımcıları olduğuna ve göçü etkileyici kapasitelerine vurgu yaparken, göçün feminizasyonu kavramını öncelikle kadının görünürlüğü üzerinden okuyorlar. Nitekim göç hareketlerinin yarısını oluşturmasına rağmen, uzun yıllar göç istatistiklerinde ve göç literatüründe görünmez/pasif kalan ya da erkeğe ve aileye bağlı olarak temsil edilen kadınlar, Mirjana Moroksavic’in belirttiği gibi, 1970’lerin ortalarına kadar göç araştırmalarında hemen her zaman ‘görünmez’ olmuşlar, kadınlardan söz eden birkaç araştırmada ise erkeklere bağımlı kişiler olarak anılmışlardır.
1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’da görülen “misafir işçilik” rejimlerine ilişkin kapsamlı bir literatür gelişmesine rağmen kadınların bu göç süreci içerisindeki yeri ve konumuna ilişkin incelemeler oldukça kısıtlıdır. Bu dönemde kadın göçmenler ve göç üzerine çalışan nadir araştırmacı ve yazardan biri olan Nermin Abadan-Unat’ın, Türkiye kökenli kadınların Almanya’daki yaşamlarına ve iş piyasasındaki konumlarına (elektronik, otomotiv, tekstil, kimya, gıda endüstrileri ile paketleme ve temizlik hizmetleri) yer verdiği çalışmalar bu anlamda çok değerlidir. Unat, 1970’lere doğru Avrupa endüstrilerinin daha düşük maliyetli kadın işçilere yönelmesi eğilimiyle beraber, pek çok Türk kadınının, eşlerinin özlemini çektikleri “Batıdaki işi” bulmak için yola çıktıklarına değinmektedir[11] ki göçün feminizasyonunun bu dönemde başladığını söylemek mümkündür. Türkiye’den Avrupa’ya yoğun kadın işçi göçü diğer Avrupa ülkelerinde de göçmen kadın istihdamını tetiklemiş ve bu süreç, kadınların lehine sonuçlar doğurmuştur. Örneğin 70’lerde Türkiye’den Hollanda’ya göç eden kadınlar, hem ekonomik özgürlüklerini elde etmiş, hem ailelerini yanlarına aldırabilmiş, hem de göçmen kadınlara ve kadın hareketine önemli faydalar sağlamışlardır.
Hollanda Türkiyeli İşçiler Birliği bünyesinde yer alan kadınların girişimiyle, 1974 yılında kurulan Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği, göçmen kadınları bünyesine katmayı ve farklı kesimlere ulaşmayı hedeflemiş ve bu niyetle çeşitli mahallelerdeki semtevleri kanalıyla yerel faaliyetler örgütlemeyi başarabilmiştir. Yirmi yılı aşkın bir süre faaliyetlerine devam etmiş (etkinlik, kurs, seminerler, atölyeler, semtevleri vb) tek göçmen kadın örgütü olan HTKB, 1980’lerde kadın özgürlüğü konusunda etkin bir politika izlemiş, Hollanda kadın hareketi ile ilişki ve işbirliği içinde olmuş, 80’ler boyunca kadın göçmenliğe dair politikalar oluşturmuş ve bunları uluslararası arenaya taşımıştır. Ne var ki 90’lardan sonra Hollanda’da kadın özgürlüğüne yönelik olarak kurulan özel birimler kaldırılmış, kadın sorunu da “göçmenlerin entegrasyonu” çerçevesi içerisinde göçmen kökenli kadınların “kurtarılması” sorununa indirgenmiş görünmektedir.[12]
1970’lerde, 1951 Sözleşmesi’ndeki “sığınmacı” tanımını, tanımın erkek kişiyi tarif ettiği ve kadınların deneyimlerine yanıt vermediği haklı gerekçesiyle değiştirmeyi talep eden feministler, göç olgusunda kadının konumuna dikkat çekmeye başladılar. Yapılan ilk çalışmalar kadın göçünün olumlu yanlarına odaklanıp, kadınların göç alanına katkı verici olduğu bir yaklaşımı izlemiştir. Ancak pek çoğu, toplumsal cinsiyet farklılıklarının belirleyici etkisi üzerinde dururken, sınıf, ırk, din, etnisite gibi diğer farklılıkları görmezden gelmiş ve homojen, özcü bir kadınlık anlayışı geliştirmişlerdir. Kimi Oryantalist, liberal ve egemen özne merkezlidir; göçmen kadının sorunlarına kendi baktığı yerden çözüm bulmaya, onu kurtarmaya soyunan bu girişimler, kurban/mazlum göçmen kadın stereotipi yaratımında önemli derecede rol oynamıştır.
80’lerden itibaren çok katmanlı sömürüye karşı çok katmanlı mücadele anlayışıyla ortaya çıkan üçüncü dünya feminist kuramı, emperyalist tuzağa yakalanan beyaz Batılı feminist söylemini eleştirirken kendi görünürlüklerini ve farklarını ortaya koyarlar. Üçüncü dünya feminist eleştirisi aile içi şiddet, erken evlilikler, toplumsal cinsiyet, kadın deneyimi, küresel sömürü, yoksulluk, göç ve kimlik kaybı gibi sorunlar üzerinden gelişmiş, Batılı feministlerce üretilen negatif evrensel imgeler yapıbozuma uğratılmıştır.
Tarihe sabitlenmiş, sürekli acı çeken, ezilen, mağdur kadınlar topluluğunu bir kategori olarak kabullendiğinizde, mağdur durumu etkilemede güçsüz olduklarını, dolayısıyla korunmaya ihtiyaç duyduklarını da kabul edersiniz. Ki bu da emperyalist sömürgeciliğin iyiniyetli söylemidir. Dolayısıyla göçmen kadınların bizzat kendileri tarafından oluşturulan ve Batılı klişelerle mücadele eden bu yeni literatürde, öznel deneyimlere yer verilmiş, öznel kimlikler korunmuş, göç ve kadın ilişkisi tüm farklılıklar göz önünde bulundurularak incelenmiş ve göçün kadınları özgürleştirici etkisine değinilmiştir.
Kadınlar göç sayesinde, yolculuk ve hareket imkânı bulup toplumsal istihdama katılabilirler, kendi ülkelerindeki dini baskılardan kaçıp iş bulabilir, meslek, yeni bir dil ve sosyal çevre edinebilirler, tecrübe ve deneyim kazanıp, sağlık ve eğitim imkânlarından yararlanabilir, kendi kendilerine bakabilirler, kadın hareketlerine katılabilir, diğer göçmen kadınlarla, diğer görünmezleştirilen kadınlarla buluşup yeni bir devrimi inşa edebilirler.
Nitekim artan yoksulluk ve göçle birlikte kimlik politikaları ve küreselleşme karşıtı politikalar yeniden önem kazanmaya başlamış ve feminist hareket ikibinlerde önemli bir kırılmaya daha uğramıştır. Silvia Federici’nin “sıfır noktasında devrim” dediği devrim şimdilerde, kapitalizm can çekişirken gerçekleşmektedir; hiçbir toplumsal güvencesi olmadan, hem kapitalizm hem de ataerki tarafından bastırılan ve yok sayılan, tam anlamıyla mülksüzleştirilmiş olanların, kaybedecek bir ücreti bile olmayan kadınların devrimi…
“Kadınların yoksunluğu ve mülksüzlüğü, onların yoksulluğu değil devrimci kudretlerinin zenginliği, yıkıcı ve kurucu gücüdür.”[13]
[1] “Göçmen kadınlar” söylemiyle, sınıf, din, ırk, etnisite, cinsel kimlik gibi değişkenler göz ardı edilmemektedir. Göç eden, göç sürecinde olan, mülteci konumunda yaşayan kadınları, kadın öznesi üzerinden tanımlayarak, "kadınlar"ı bütünsel bir kategori olarak ele almanın meşruluğunu (da) savunmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü aralarındaki tüm farklara rağmen kadınların kadın olmaktan kaynaklanan ortaklıkları, deneyimleri vardır ve kadınlar bir bütün olarak feminizmin öznesini oluştururlar.
[2] Ece Öztan, “Unutulan bir Göç ve Yurttaşlık Deneyimi: İlk Kuşak Göçmen Kadınlar ve Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği,” Fe Dergi, Sayı 2, 2010: https://cins.ankara.edu.tr/goc2.html
[3] Bakınız; EIGE (European Institute for Gender Equality). Feminization of migration. https://eige.europa.eu/thesaurus/terms/1132
[4] “Yoksulluğun kadınlaşması” kavramı ilk kez, 1995 yılında gerçekleştirilen 4. Dünya Kadın Konferansı Eylem Planı’nda kullanılmıştır.
[5] http://haber.sol.org.tr/kadinin-gunlugu/siz-insan-misiniz-haberi-36946
[6] Sema Erder, “Zor Ziyaret: Nataşa mı? Döviz Getiren Bavul mu? Eski Doğu Bloğu Ülkelerinden Gelen Kadınların Emek Piyasasına Girişi”, Birkaç Arpa Boyu-21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Çalışmalar, Der: Serpil Sancar, Cilt 1, Koç Üniversitesi Yayınları, 2011.
[7] Silvia Federici, Sıfır Noktasında Devrim-Ev İşi, Yeniden Üretim ve Feminist Mücadele, Çev: Damlanur Meral, Hilal Mertol, Özlem Avcı, Otonom, 2014.
[8] Gülnur Acar Savran, Beden Emek Tarih-Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Kitap, 2013.
[9] Psikeart, Taciz, Sayı: 74, Mart- Nisan 2021.
[10] Kaynak: https://www.medyafaresi.com/haber/afgan-gocmenlere-turkiye-rehberi-acik-kadinlari-taciz-etmeyin/967471
[11] Ece Öztan, “Unutulan bir Göç ve Yurttaşlık Deneyimi: İlk Kuşak Göçmen Kadınlar ve Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği,” Fe Dergi, Sayı: 2, 2010; https://cins.ankara.edu.tr/goc2.html
[12] Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği ile ilgili bilgi, Ece Öztan’ın “Unutulan bir Göç ve Yurttaşlık Deneyimi: İlk Kuşak Göçmen Kadınlar ve Hollanda Türkiyeli Kadınlar Birliği” başlıklı makalesinden derlenmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder