Uzak diyarlara gitmek, kendisini en mükemmel olana,
tasarlanana, yeni keşiflere götürecek yola çıkmak, yolda olmak en büyük hayali
olageldi insanoğlunun. Seyahat, hayalin gerçek kılınması, elde edilmesi ve yeni
keşifler kadar bir varış hazzı yaşanmasını da imkânlı kılıyordu ki bu haz,
“orada olma” durumunun yarattığı tatmin ve zafer duygusu, seyahatin yerini
turizmin almasını kolaylaştırdı. Keşfin, hatıranın, gizemin, sürprizin yerini böylece
kültürlerin, halkların ve mekânların istila edilerek yağmalanması,
nesneleştirilmesi, metalaştırılması aldı. İnsanları gezgin olmaktan çıkarıp
turist kafilesine dönüştüren turizm, mekânları sıradanlaştırıp yerli olan her
şeyi kimliksizleştirirken, el değmemiş alanlarda yeni ve yararlı nitelikler
keşfetmek için tüm imkânlarını seferber ediyor artık.
Wittgenstein, “Artık yola çıktım, diyenler, yolun imgesini
de kurmuşlardır. Ve gitmeyi becerebilirlerse eğer, bütün yollar ile menziller,
bu imgeyle yaşanan çatışmalar içinde geçer. Yolcu bunu göze alabilendir”
derken, gezgin ve turist ayrımını
kurmaya yardımcı oluyor; hayalinin peşinden gitme lüksü olan, hayalini satın
alabilen kişi turist, hayal kırıklığı yaşayacağını bile bile bir hayalin
peşinden gidebilen kişiyse gezgindir, kendini tasarlanmış, hayal edilmiş o
imgeye adayandır.
Sömürgecilik döneminde hayallerin gerçek kılınacağı topraklar
güneydeydi. Thomas Mann, E. M. Forster ve Virginia Woolf’un da aralarında
bulunduğu birçok yazar, kuzeyden güneye seyahat örüntüsünü alır ve onunla
oynar. Kuzeyliler güneye güneş ve bereket arayışıyla iniyordu. Püriten
İngiltere’nin ya da Almanya’nın ürpertici sanayileşmesinden kaçmak isteyenler,
sıcak ve bereketli bağlara, parlak gökyüzüne, masmavi sulara çekiliyordu. Güney
Fransa, İspanya, İtalya ve Yunanistan hep birlikte bu mistiğe katılmıştı.
Günümüzdeyse “güney” genelde Asya, Afrika ve Güney Amerika’ya yani üçüncü dünya
ülkelerine, tehlikeli, tekinsiz, baştan çıkarıcı, şehevi “doğuya” tekabül
ediyor.
Doğu bereketlidir, hem hayalidir, hem işlevsel hem de hayal
kırıklığına yol açacak kadar gerçektir. Doğuyu hem sistematik bir öğrenme,
keşfetme ve uygulama, hem de arzu nesnesi olarak yaratan oryantalist ve
sömürgeci istila, 19. yüzyıldan bu yana, hayallerini gerçek kılmak, arzusunu
yatıştırmak için bu efsunlu, ışıklı, sürprizli, ilkel ve ürkütücü topraklara
“kaçıyor”. Kendini kurucu ve hâkim özne olarak kurup doğuyu yaratan,
tasarlayan, tanımlayan, aşağılayan, işgal eden ve sömüren Batı, biricik
kültüründen ve lüksünden kaçma isteğini neden bu kadar tutkuyla arzuluyor peki?
Yalnızca hayalcilik, maceraperestlik mi? Deborah Root, kaçışa böylesine sık
biçimde duyulan arzunun sömürgeci ethos’la tutarlılık içinde olduğunu ve
sonuçta da kendisini Batı otoritesinin sürekli tekrarlanması şeklinde ortaya
çıkardığını belirtiyor. Batı kültürünü reddediyor ve ondan kaçıyor olduğumuzu
düşünmek, bir düzeyde “bizim” kültürümüzün bütünsel ve evrensel olduğuna dair
kendi görüşümüzü olumlamak ve böylece sömürgeci söylemi karakterize eden
efendilik retoriğini yeniden üretme riskini almaktır. Roota’a göre Doğu’ya,
egzotik olana kaçışta, otantik olanı aramak da yine Batılı öznenin kendini
olumlama çabasından başka bir şey değildir. [1]
Turizmi, “Otantik değerlerin ve yaşam biçimlerinin yapay
olarak yeniden üretilip uygun fiyatla paketlenerek “gelişmiş” Batılılara
sunulması olarak tanımlayan John Urry [2],
Batılı turistin gittiği her ülkede, kendine sunulanla yetinmeyerek gerçek/asıl
“otantik”i aradığını ve bulamayınca hayal kırıklığıyla beraber onu kurtarma,
koruma telaşına kapıldığından söz eder. Urry hayli iyimser! Otantik olarak
sunulanı kurtarma telaşı bir yana onu kendi diline tercüme etmeye, kendine mal
etmeye, metalaştırmaya meraklıdır Batılı. Bu egemen ve kurucu öznenin hayal
kırıklığına tahammülü yoktur, hayalindeki “otantik”i bulamazsa onu yaratır.
Oryantalizm işte budur!
Kültürel ürünleri, gelenekleri, halkları kurtarma kaygısı,
Batı-dışı toplumları ve kültürleri tarihdışı bir zamana yerleştiren düzçizgisel
bir zaman anlayışına dayanır ve onları zamansal olarak da geriye iter.
Kendinden geçmenin, esrimenin, sefahatın, başıbozukluğun hayal dünyası olarak
ortaya çıkan, dondurulmuş bir zamanı yaşayan, tarihsellikten neredeyse yoksun
ama bir yandan da akademikleştirilen, siyasallaştırılan, edebileştirilen bu
hayali doğu, Batı’nın ürettiği anlatılarla beslenmiştir oldubitti.
Oryantalizmin bir düşünce biçimi, anlatılarla, söylemlerle koşullandırılmış ve
koşullandırıcı bir algılama çerçevesi olarak nasıl kurulup işlediğini Oryantalizm adlı kitabıyla dünyaya
duyuran Edward Said, Doğulu ötekinin kurulmasındaki esas meselenin, Batının
kendini, kendine yeterli ve özerk bir özne olarak kurgulaması olduğunu
belirtir. Foucault’nun bilgi-iktidar ağı kavramını, Doğu’nun kuruluşu sorununa
bağlar ve Batı’nın ürettiği bilgi ile iktidar arzusu ve öteki kültürler
üzerindeki hâkimiyeti arasındaki içsel bağı gösterir. Said, Doğu hakkında
bilinçli ve maksatlı üretilen bilginin Batı’da vicdani bir değerlendirmeye konu
olmayışının nedeninin sömürgecilik olduğunu belirtir. Doğu, Batı’nın sömürgesi
olduğu sürece, zaten kurulu efendilik-kölelik ilişkisi Doğu’ya ilişkin
metinlerin kasıtlı ya da bilinç dışı saiklerle üretilmesiyle pekiştirilecektir.
Said’e göre iki tür oryantalizm vardır: Örtük oryantalizm ve
açık oryantalizm. Açık oryantalizm, bize “Doğu toplumları, onların dilleri,
edebiyatı, tarihi, sosyolojisi ve benzeri hakkında çeşitli yerleşik görüşleri
anlatırken, örtük oryantalizm ise neredeyse bilinçdışı (ve dokunulması mümkün
olmayan) bir kesinliğe tekabül eder.” Örtük oryantalizm, rüyaların,
görüntülerin, arzuların, şehvetin, fantezi ve korkuların yer aldığı bilinçdışı
alanı yansıtır.
Batılı romantik gezgin Doğu’ya doğru yol aldıkça tuhaf ve
ürkütücü bir gizemle karşılaşır.
19. yüzyıldan bu yana kadının, Doğu’nun gizeminin anahtarı
olduğu söylemine kapılan pek çok Batılı yazar, Doğu’yu cinselleştirme ya da
şehvetli bir Doğu imgesi sunmada yaratıcı güçlerini sonuna kadar
kullanmışlardır: Doğu cinselliği fantezileri, Doğulu kadının şehvet düşkünlüğü
efsanesi, Doğulu haz nesneleriyle (köle kadınlar, kadın eşyaları, peçe, sürme,
genç erkekler gibi) kurulan fetişistik bağ… Büyülü, mistik ama ulaşılamaz bir
imge olarak kurulan Doğulu kadını aramaya giden Flaubert, Mısır'ın
genelevlerinde koşmaktan vazgeçmez; Nerval ise Edward William Lane'in Modern Egyptian kitabını okuduktan sonra
Doğulu kadının erişilmez olduğuna karar vererek çaresiz arayışını sonlandırır.
Batılı turistin Doğulu ötekine duyduğu arzu, Doğulu kadının
mekânına, bedenine, hakikatine ulaşma arzusudur aslında. Doğu ve Doğulu kadın
arasında kurulan metonomik ilişkinin bize, Doğulu kadına duyulan tutkunun
nedenini açıkladığını söyler Meyda Yeğenoğlu. Duygusallığın vücut bulduğu yer
olarak görülen Doğu, hep kadınsılığa ilişkin terimlerle temsil edilmiş ve buna
paralel olarak, oryantalist söylemde ırksallaştırma ve kadınsılaştırma
süreçleri birbiriyle iç içe geçmiştir.[3]
Bu nedenle Doğu’nun anlaşılmasının koşulu, Doğu’nun kadınlarının
anlaşılabilmesi olmuştur.
Doğu’ya dair üretilen fantezilerin odağında, gizemli
Doğu’nun en karakteristik yönünü, en özsel Doğu’yu simgeleyen “peçeli kadın”
imgesi yer alır. Oryantalizmin damgasını vurduğu 19. yüzyıldan bu yana Avrupalı
gezgin ve yazarlar peçeye, çarşafa, hareme saplantılı bir ilgi gösterirler.
Bizzat kendisi aracılığıyla Doğu’nun anlaşılıp kavrandığı bu figür, Edmondo de
Amicis, Theophile Gauter, Lady Montagu, Du Loir, Robert Withers, Gerald de
Nerval gibi Batılı yazarlar tarafından usanmaksızın anlaşılmaya, açılmaya ve
hatta meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Bu yazarlara göre peçe, geleneksel ve
muhafazakâr toplumlarda kadına özgürlük sağlayan bir imkân, altından gizli
işler karıştırmaya yarayan erotik bir göstergedir. Ancak varlığı peçe
tarafından örtüldüğü için “hakiki Doğu”, özneye hiçbir zaman verili değildir;
göründüğünden daha fazla ve daha başka bir şeydir daima.
Doğu toplumlarındaki kadınlar üzerine yazılan antropolojik
metinlerin tanımlayıcı özelliklerinden biri, “öteki”ni zamansal olarak geriye
iten zamansallaştırıcı söylemdir ki bu, Batı’nın özgül zamansallığını evrensel
bir model olarak kuran temel taşlardan biridir aynı zamanda. Doğu’nun farklı
bir zamansallığa sahip olabileceği varsayımına hiçbir şekilde yer vermeyen bu
zihniyeti hâlâ en çok şaşırtan imge peçeyse, onun baş edemediği imge de yine
peçedir. Doğu’yu fethetmeyi, her şeye nüfuz etmeyi arzulayan Batılı turist için
son derece can sıkıcı, hatta kızdırıcıdır bu durum. Fanon’un da belirttiği
gibi, bu “görülmeden gören kadın” sömürgeciyi kızdırır; ilişkide karşılıklılık
yoktur. Kadın kendini bırakmaz, vermez, sunmaz. Kadının gizemli alanını görme
ve orayı iğfal etme arzusunu taşıyan özne, erkek olarak konumlanmıştır. Ötekine
bakan, onu bakışın nesnesi yapan göz, eril gözdür. Kadının sessiz imgesi onu,
erkeğin, dilsel komuta aracılığıyla zorla yüklediği fantezi ve takıntılarını
sonuna kadar yaşayabileceği bir düzlem olarak kurgular. Oryantalist ve
fallus-merkezci söylemlerin kesişme noktasındaki Doğulu kadın oysa tam tersine
peçe aracılığıyla görülmeden bakarak varolan kurguyu bozuşturur, Batılı
sömürgeci öznenin kültürel ve cinsel farkı sabit bir biçimde kurma arzusunu
rahatsız eder. Bhabha’nın sözleriyle “Bu görme anı veya peçeden süzülen gözler,
hem cinsel farkı sabitlemek isteyen röntgenci arzuyu, hem de ırkçı streotipler
için duyulan fetişist arzuyu hayal kırıklığına uğratır.”
Ötekinin iç dünyasını görememe, kadının mekânına ulaşamama,
sınırlarını ve noksanlarını hatırlatır erkeğe. İşte tam bu esnada devreye
Batılı kadın girer ve erkekte eksik olan “içerinin bilgisi”ni sunar. Erkek
özne, Batılı kadını, Doğu’nun girilmez iç mekânı, peçenin altında saklanan
kadınlar hakkında bilgi sağlamaya davet ederken, kendi metnini asıl olarak,
kadınların metinlerini ise basit bir ek olarak kurmaktadır Yeğenoğlu’na göre.[4]
Batılı kadınlar edindikleri ek bilgilerle erkeklerin anlatılarının
bütünselliğini ve tutarlılığını sağlamlaştırırlar. 17. yüzyıl itibariyle
Türkiye’ye gelen Batılı kadın seyyahların, Osmanlı kadınına ve haremin içyüzüne
dair yazdıkları, erkek yazarların tamamlanmamış Doğu imgelemini destekleyerek
beslemiştir. Bu kadın, tekil, yekpare, tarihsellikten yoksun bir nesne olarak
kurgulanır. Ya kendisine şefkat gösterilir ve kurtarılır ya da aşağılanarak
ötekileştirilir.
Batı merkezli dünyanın “üçüncü dünya” adıyla ötekileştirdiği
yeni-sömürge ülkelerde yaşayan kadınlar, bir yandan emperyalizm ve yerel
kapitalizm tarafından ezilirken, diğer yandan ataerki tarafından sömürülmekte
ve beyaz Batılı kız kardeşleri tarafından ötekileştirilmektedirler. Batılı
feministler, Doğu’yu ya da Üçüncü Dünya’yı “öteki” olarak tanımlayarak
kendilerini merkeze koyar ve çevreyi de kendileri belirler. Batılı kadınlar
özne, Üçüncü Dünya kadınları ise tanımlanan nesneler olarak kurgulanır.
Böylelikle erkek egemen ve anaakım sömürgeci söylemler yeniden üretilir. Üçüncü
dünyalı kadınlara dair Batılı feministlerce üretilen “örtünen kadın”, “güçlü anne”, “iffetli kız”,
“itaatkâr eş” gibi evrensel imgeler ile mağdur, sessiz, kurban konumları ve
egzotikleştirilmiş temsiller oysa tarihsellikten ve gerçeklikten yoksundur.
Ataerkil heteroseksüel düzenin baş edemediği bir başka
karşılaşma da yerli/Doğulu erkekle beyaz/Batılı kadın arasındaki cinsel
karşılaşmadır. Yabancı ülkelere giden ve çekici yerlilerle cinsel ilişkiye
giren Avrupalı kadın, sinemanın ve edebiyatın sürekli ve değişmez klişelerinden
biridir bu nedenle. Sömürge öyküleri, Deborah Root’un “Çölde Talihsiz
Serüvenler: Sömürgeci Kâbus Olarak Esirgeyen Gökyüzü” başlıklı makalesinde
belirttiği gibi, genelde sömürgeleştirilmiş kadının, Avrupalı erkeğe egzotik
bir deneyimi tattırma konusunda varolduğu düşünülen yeteneği temasını izlerler.
Uzakdoğu ile kimi Asya ve Afrika ülkelerinde Batılı turist erkeğe vaat edilen
kuşkusuz ki egzotik kumsallar değil, erotik deneyimlerdir. Kama Sutra, Ars
Erotica, Taocu seks gibi Uzakdoğu ve doğu uygarlıklarının cinsellik ve cinsel
pratiklerle ile ilgili disiplin ve öğretileri, afrodizyak bitki ve meyveler, yağlar,
tohumlar, baharatlar, erotik masajlar ve gevşeme teknikleri, Batılı erkeğin
fantezilerinin tatmini için oluşturulmuş cinsel örüntülerdir adeta. 17.
yüzyıldan günümüze resim, fotoğraf, seyahatname ve kurmaca metinlerde cariye,
odalık, köle gibi imajlarla temsil edilen sömürgeleştirilmiş kadının tutsak
edilmişliği ve kapatılmışlığı, ele geçirmeye ve fethetmeye odaklı Batılı erkeği
en çok cezbeden yandır.
Fransız edebiyatında “Yeni Roman” geleneğinin öncüsü yazar
ve yönetmen Alain Robbe-Grillet’nin ölmeden önce çektiği son filmi Gradiva (2006) bu bağlamda ilginçtir.
Wilhelm Jensen’in 1903’te yazdığı, erkek kahramanın bastırılmış çocukluk
aşkının Roma tanrıçası Gradiva olarak rüyasına girmesini konu alan Gradiva, Grillet’den çok önce Freud'un
ilgisini çekmişti. Kadın psikanalizi üzerine incelemeler başlatmasını sağlayan,
1907 yılında yazdığı ‘Delusions and Dreams in W. Jensen’s Gradiva’ makalesinde,
genç bir arkeolog, Gradiva isimli rölyefi bir müzede görünce âşık olur, bir
kopyasını alarak, tüm arzularının ve hayallerinin bir kadındaki maddeleşmiş
hali olan bu “nesne”yi seyreder gece gündüz. Bir gece rüyasında Pompei’de
olduğunu görür. Gradiva’da oradadır ve yanardağ patlamak üzeredir. Ertesi gün
genç arkeolog Pompei’ye gitmeye karar verir. Grillet’nin beyazperde versiyonu
da yine, Batılı estet bir öznenin, sanat tarihçisi John Locke’un sanrılarının
izini sürüyor ve Gradiva miti üzerine tüm eril söylemleri bir araya getiriyor.
Oryantalizm konusunda araştırmalar yapan Locke, hizmetçisi, asistanı, sevgilisi
ve cinsel kölesi Belkıs’la masalsı bir evde yaşarken bir görünüp bir kaybolan
bir kadınla karşılaşır. Fas’ın en egzotik mekânlarında karşısına çıkan bu
gizemli, ürkütücü, tuhaf kadın, arkeoloğun, eski Pompei’de yaptığı bir kazı
sırasında heykelini bulduğu Romalı kızın hayaletinden başkası değildir. Batılı
kanonik ve anaakım temsillerde genellikle rastlanıldığı gibi Grillet’nin bakışı
da Doğulu kadına atfedilen şehvet, erotizm, cinsel kölelik gibi imge ve
rolleri, Doğu’ya, çöle ilişkin sado-erotik fantezileri yeniden üretirken
peşinden koşulan ve âşık olunan kadını beyaz, Batılı kadın olarak
temellendiriyor.
Söz konusu, beyaz bir kadının sömürgede bir cinsel serüven
yaşaması olunca, öykü biraz daha çelişik ve karmaşık bir hale gelir. Bitmek
bilmez, doyurulmaz bir şehvete sahip olduğu varsayılan “yerli” kadının, tehdit
edici olmayan ama yine de güvenilmez biri olarak sunulmasına karşı, “yerli”
erkek, beyaz kadın için son derece tehlikeli olarak karakterize edilir. Yeri
kadın beyaz adama, hizmet, saygı, sadakat ve tatminkâr cinsellik sağlarken,
yerli adamın beyaz kadına getirdikleri, akıldışılık, vahşet, şiddet, kaos ve
ölümdür maalesef. Paul Bowles’un Esirgeyen
Gökyüzü adlı romanı bu mantığı çok güzel örnekler. Avrupalıların, Avrupa
dışı ülkelerde yaşadıkları talihsiz deneyimler üzerine yazan pek çok Batılı
romancının yaptığı gibi Bowles yolculuk ve delilik arasında çok açık bir
bağlantı kurar: Beyazlar sıcak ülkelerde çıldırır ya da onursuz biçimlerde
ölürler. Çölün içine girildikçe işler daha da kötüleşir. Roman, Kit ve kocası
Port’un, New York’ta geçen on yıllık evliliklerinin ardından, Batı kültürünün
kendilerine sunduğu monotonluktan kurtulmak amacıyla gezgin olarak geldikleri
Fas’ta yaşadıklarının hikâyesidir. Ancak bu yolculuk onlar için bir kurtuluş
olmaktan çok bir yitiş ve yitirilişi beraberinde getirir; Port ölür, Kit yerli
bir erkeğe âşık olarak çıldırır. “Sömürgeleştirilmiş erkek, böylece iki kere
hain olarak sunulur” der Root: “Beyaz kadından teslimiyet talep eder ve aynı
zamanda bu, kadının içinde varolan vahşiliği ve deliliği ortaya çıkarır.”
Kişinin eşcinselliğini yabancı bir ülkede keşfetmesi yoluyla
kendini fark etme ve açılma hikâyesinin anlatılarına ise 20. yüzyılda
rastlanmaya başlanır. Turizmin gelişmesiyle Avrupalı ve Amerikalılar daha sık
seyahat etmeye başladılar ve kendi yurtlarından daha da ötelere gittiler. Gey
kurmacasında egzotik konumlar da bu dönemde belirmeye başladı. Eşcinsel
edebiyata damgasını vuran iki önemli roman André Gide’in Ahlâksız’ı (Immoralist, 1902) ve Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ü (1912) oldu.
Gide’in genç arkeolog kahramanı Michel, balayına gittiği
Tunus’ta, hayatına ilişkin derinlikli bir öz sorgulamada bulunur; cinsel
kimliğine dair bastırılmış içgüdüleri, bedenini keşfeder bu büyülü ülkede. Yeni
duygulara dokundukça, benliğinin uyuşmuş ama hiç kullanılmadığı için gizemli
gençliğini bütünüyle saklamış yerleri, eğilimleri coşar. Tıpkı kahramanı gibi Tunus
seyahatinde eşcinsel olduğunu duyumsayan Andre Gide, bu keşfi, kendisi için “kurtuluşun
başlangıcı” olarak tanımlamıştır. Hamamet, Sidi Bou Said ve Jerbe Adası’nda
birer ev alan Gide’e göre, bu şehvet ülkesi arzuyu doyuruyor ama yatıştırmıyor,
her doygunluk arzuyu yeniden coşturuyor.
Mann’ın anlatısı daha dar biçimde hemcins arzusuna
odaklanır. Ünlü, orta yaşlı bir Alman yazarın güzel bir Polonyalı delikanlıya duyduğu
tutkunun masalı boyunca, “şehirlerin en olanaksızı” Venedik’teki ortamın
yabancılığını vurgular Mann. Modern Venedik ve Münih arasındaki fark doğal ve
kültürel güçlerde sembolleştirilir -çıplak güneş tanrısı dikkati anlaktan
duyulara çeker, Afrika’dan esen şiddetli sirocco ve köprülerden ve bulvarlardan
bir labirentte başkahraman Gustav von Aschenbach kendini kaybeder. Önceden katı
bir ahlakçı olan Aschenbach artık “burjuva yapısı”nı hakir gören her şeyden
keyif alıyordur.[5]
Ruth Vanita’nın belirttiği gibi, hemcins arzusu hakkındaki
hikâyeler, seyahat boyunca değişen benliklerle ilgilidir. Bu tip bir seyahat
kişinin benliğini ve cinselliğini keşfinde haz verici, özgürleştirici ve
katkıda bulunan olarak temsil edilir. Isherwood’a göreyse, bu yolculuklar
ruhani bir arayışın bir parçasıydı:
“Bu yolculuklar, tam da orada yabancı olduklarından seyahat
için evlerini terk eden geylerin daha büyük, hâlâ devam eden, tarihsel
örüntüsünün bir parçasıydı.”[6]
[1] Root, Deborah, “Çölde Talihsiz Serüvenler: Sömürgeci Kâbus Olarak
Esirgeyen Gökyüzü”, Oryantalizm,
Hegemonya ve Kültürel Fark içinde Der: Fuat Keyman, Mahmut Mutman, Meyda
Yeğenoğlu, İletişim Yayınları, 1996.
[2] Urry, John, Mekânları
Tüketmek, çev: Rahmi G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları, 1999 ve Turist Bakışı, çev: Enis Tataroğlu,
Bilgesu Yayınları, 2010.
[3] Yeğenoğlu, Meyda, Sömürgeci
Fantaziler, Oryantalist Söylemde Kültürel ve Cinsel Fark, Metis Yayınları,
2003.
[4] A.g.y.
[5] Vanita, Ruth, “Seyahatin Homoerotiği: İnsanlar,
Fikirler, Janrlar” , Gey ve Lezbiyen
Yazını içinde, Der: Hugh Stevens, çev: Kıvanç Tanrıyar, Sel Yayınları,
İstanbul: 2011.
[6] A.g.m.