İktidar ilişkilerinin ortaya çıktığı noktada biliyoruz ki direniş
olanakları da belirir. Lgbt bireyler için cinsiyetçi ve homofobik iktidara
karşı direnişin bir imkân olmaktan çıkıp eyleme dönüşmesi eşcinselliğin sabit tarihini
kırılmaya uğratmıştır. Çünkü gerçekte 19. yüzyılda “eşcinsellik” olarak kurulan
kategori, tarihin hiçbir döneminde tekil, yekpare bir grubu tanımlamamıştır, geyler,
lezbiyenler, biseksüeller, trans bireyler vardır. Hatta evrensel bir gey,
lezbiyen, trans kimliği değil, sınıfsal, kültürel, etnik, tarihsel farklılıklar
mevcuttur. Bu farklılıkların görünür hale gelerek kimlik politikalarının
oluşmaya başlamasının tarihi olan Stonewall lezbiyen, gey, biseksüel, travesti
ve transseksüel (lgbt) hareketin politik miladıdır. [1]
Lgbt
bireylerin New York’ta buluştukları barlara düzenlenen polis baskınlarına karşı
gösterdikleri fiziksel direniş olan 1969 Stonewall isyanı sonrası, “eşcinseller”“gey”
haline gelmiştir. “Eşcinseller polis vahşiliğine
razı olmuşlardı; geyler onunla savaştılar” diyen Margaret Crunshank eşcinsellerin
hasta ve günahkâr oldukları düşüncesini reddedip heteroseksüellerle eşitliği
talep ettikleri, ayrımcılığı protesto etmek için bir araya geldikleri ve
yığınlar halinde açığa çıktıkları zaman gey haline geldiklerini belirtir.
Cinsiyet çeşitliliğini, ortak bir tarihyazımında
değerlendirmek/sabitlemek mümkün değildir. Dinamiklerini ve bağlamını kaçınılmaz
olarak tarihin belirlediği, eşcinsellikle bağlantılı olarak tartışılan edebiyat
büyük ölçüde kendilerini “gey” olarak tanımlayan yazarlar tarafından
yazılmamıştır. Normdışı cinselliklere yer veren kimi romanlar negatif klişeleri
üretir, kimi olumlayıcı temsiller geliştirir. Ancak eşcinselliğin “yasa dışı”
olduğu dönemde oluşan ihlalci edebiyat ile gey ve lezbiyen kimliklerin
meşrulaştığı dönemin edebiyatı aynı değildir, tek yönlü bir eleştirel bakışla
değerlendirilemezler. Çünkü eşcinsel hareketi tarihsellikten, sınıfsallıktan ve
ırksal farklılıklardan yoksun değildir.
Hareketi kabaca üç
döneme ayırmak mümkün; 1890’lardan II. Dünya Savaşı’na kadar, eşcinselliğin azad
edildiği, hoşgörüldüğü dönem; savaş sonrasından 1969’daki Stonewall
ayaklanmasına kadar eşcinselliği destekleyen hareket ve lgbt özgürlük hareketi.
İlk dönemde Oscar
Wilde davası, homoseksüelliğin açığa çıkarılmasında bir ilki teşkil etmekteydi.
19. yüzyılda Batı’da erkek eşcinselliği ve sodomi
kanun dışı sayılır, kimi kez ölümle cezalandırılırken, kadın eşcinselliğine göz
yumuluyordu; kadınlar aralarında cinsellik olmadan ve erkek rollerine öykünüp
erkek gibi dolaşmadıkları takdirde âşık olabilir, birlikte yaşayabilirlerdi. Elbette
ki bu ayrıcalıktan varlıklı üst sınıflar yararlanabiliyordu.
Bu dönemde bohem bir
eşcinsel edebiyatı oluşmaya başlamıştır. İngiltere’de 1905’te kurulan ve 1920’lere
kadar sözü geçen Bloomsbury Topluluğu, eşcinselliği çevreleyen sessizliği kendi
aralarında gerçekleştirdikleri sohbetler, mektuplaşmalar, ev partileriyle
bozuyordu. Virginia Woolf, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton
Strachey gibi yazar ve şairlerin üyesi olduğu topluluk, eşcinselliğin politik
anlamda özgürleşmesine yönelik sanat ve edebiyat yoluyla zemin hazırlamaktaydı.
Dünya edebiyatına
unutulmaz eserler kazandıran Louis Aragon, Jean Cocteau, James Baldwin
Truman Capote, D. H.
Lawrence, Federico García Lorca, André Gide, Jean Genet, Klaus Mann, Thomas
Mann, Marcel Proust, Walt Whitman, Tennessee Williams gibi yazar ve şairler gey
kimliği öne çıkaran eserleriyle bir eşcinsel erkek edebiyatı kanonunun oluşmaya
başlamasını sağladılar. 1920 ve 1930'larda, New York, Chicago, Paris
gibi büyük şehirlerin ev sahipliği yaptığı lezbiyen barlardan da bohem bir
altkültür ve lezbiyen edebiyatı çıkmaya başladı. Colette, Djuna Barnes, Anais
Nin lezbiyen edebiyatın erken örneklerini verdiler. Radclyffe Hall’ın heteroseksüel bir kadına âşık, doğuştan erkeksi
bir üst sınıf lezbiyeni anlattığı romanı The Well of Loneliness (1928)
ise 60’ların sonlarına kadar “lezbiyenlerin incili” olarak kabul görecekti. Aynı
yıl yayımlanan Virginia Woolf’un hayatının aşkı Vita Sackville-West’in kurgusal
biyografisi olan Orlando Woolf’un
edebiyatını belirleyen klasiklerden biri haline geldi. Yine dönemin şairleri Renée
Vivien ve Natalie Clifford Barney,
Sappho’yu yücelten şiirler yazdılar, lezbiyen bir şiir akımı yaratmayı amaçladılar.
Beraber açtıkları “Dostluk Tapınağı” adlı salon lezbiyen kültürün oluşmasında
önemli rol oynadı.
Dönemsel olarak
Osmanlıya bakarsak eşcinselliğin cinsel bir norma dönüştüğünü, erkekler
arası aşk edebiyatını, Divan Edebiyatı’na ve minyatürlere yansıyan köçek
tutkusunu görürüz. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nahid Sırrı Örik, Abdülhak Şinasi
Hisar, gey kimliğini politik olarak savunmasalar da eserlerinde eşcinsel kimliğine
ilişkin motifler çokçadır. Erkek
eşcinselliği kadar yaşanır olan kadın eşcinselliği de edebiyatta yerini
almıştır almasına ama sadece erkek yazarların eserlerinde. Mehmet
Rauf’un Bir Zambak Hikâyesi’ndeki (1910) ilk açık lezbiyen karakter,
pornografik ve eril bir kurgu ve dille temsil edilmiş ve sonunda erkeksi
yöntemlerle cezalandırılmıştır. Osmanlıda
yaşanan eşcinsellikle ilgili en popüler kaynakları yazan Reşat Ekrem Koçu ise
ataerkil bir tahayyül içinden erkeksi kızları övgüyle anar.
Osmanlı eşcinsel edebiyatının en verimli yazarı Enderunlu
Fazıl, Zenânnâme’de İstanbul
kadınlarından “sevici zümresi”nin hilesinin, “zeker” (erkeğin cinsel organı)
taklidi bir alet olduğunu ortaya koymuştur! (İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanının
kahramanı Ebrehe’nin “hilesi” de zıbıktır! Romanda Ebrehe’nin cinsiyeti
hakkında doğrudan bir bilgi yoktur ancak, ölümünden sonra cesedi yıkayan
Bünyamin, Ebrehe’nin apış arasında bir zıbık görür.)
Lezbiyenleri yüzyıl sonuna kadar Batı keza Osmanlı edebiyatında
pek de olumlu tasvirler içinde görmek mümkün değil. Lezbiyen karakter, hemen
tüm kurmacalarda iki tip olarak belirmektedir: hastalıklı lezbiyen ve kurban
lezbiyen. Bu tasavvura göre hastalıklı olan erkeksi kadın, kurban ise yanlış
bedene hapsolan kadındır. Popüler edebiyat ürünleri, eşcinsellik ve transvestizm gibi deneyimlerin çerçevesini “cinsel
sapkınlıklar” olarak çizen dönemin psikolog ve seksologlarının
sözcülüğünü yapıyor, kuramlarını destekliyorlardı.
Eşcinsel özgürlük
hareketi için, II. Dünya Savaşı önemli bir dönemeç oldu. Hatta John D’Emilio,
savaşın, modern eşcinsel tarihinin başlangıcı olduğunu savunmaktadır. Savaş
ortamı, eşcinseller için ileriki
yaşamlarını etkileyebilecek, kendi cinselliklerini ve birbirlerini keşfetmelerini
sağlayacak deneyimlere zemin olmuştur.
McCarthy döneminde ise farklılık tehlikeli, eşcinsel
eylemler yasadışıydı; sağ
kanat, “cinsel sapıkları” günah keçisi ilan etmişti. Soğuk Savaş döneminde lgbt bireyler şiddetli saldırılara maruz kaldılar. Ancak
iktidarın olduğu yerde direniş daima vardı. 50’lerin ortalarına kadar, homofil
hareketin merkezi San Fransisco’da, gözle görünür bir eşcinsel kültürü, beat edebiyatıyla
birlikte ve iç içe gelişiyordu. Allen Ginsberg, Jack Kerouac, William S.
Burroughs (ve Robert Duncan, Jack Spicer, Robin Blazer) öncülüğündeki beat edebiyatı
bir erkek eşcinsel altkültürü oluşturmakta ve eşcinsel bilinci üzerinde hayli etkili
olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde yeraltına inen lezbiyenler ise ABD ve İngiltere’de ancak şifreli bir dil
kullanarak yayımcı bulabildiler. 1960’ların sonlarında ise politik bir
güç ve toplumsal bir hareket olarak görünürlük kazandılar. Batı dünyasında ve
Güney’in pek çok metropolünde, devrimci bir atmosferde ortaya çıkan bu hareket,
ikinci feminist dalgayla ve Stonewall ayaklanmasının izinde oluşan eşcinsel
hareketiyle sıkı bir ilişki içinde gelişti.
70’lerde doruk noktasına çıkan hareket, heteronormativeye
karşı bir zaferdi ancak süreç içinde lezbiyenler, translar ve marjinalleştirilmiş
cinsel kimlikler dışarıda bırakılarak “gey” kimliği sabitleşmeye başladı. Arka
arkaya kurulan pek çok gey örgütü, topluluğu bir “gay pride” ve “gay power”
kültürü/söylemi yaratmaya başlamıştı.
Lgbt hareketinin tarihi arka planı
erkek ağırlıklıydı. Tanınma ve açılma konusunda kendilerini dışlanmış,
öznelliklerinden yoksun bırakılmış bulan lezbiyenler, hareketteki erkek
egemenliğini, patriyarkal işleyişi ve heteroseksüel feministleri eleştirmekte
gecikmediler. İkinci dalga feminizmden ve gey özgürlük hareketinden duyulan
hoşnutsuzluğun ardından ortaya çıkan lezbiyen feminizm, ayrılıkçı
organizasyonlar kurmak, lezbiyenliğin aslında bir seçim ve karşı duruş meselesi
olduğuna inanmak, her türlü hiyerarşiyi reddetmek ve eşitsizliği erotik hale
getiren erkek üstünlüğünü eleştirmek konularında birleşti. Rita Mae Brown, Charlotte Perkins Gilman,
Charlotte Bunch, Mary Daly, Marilyn Fry, Judy Grahn, Kate Millett, Jane Rule ve
Adrienne Rich dönemin ünlü lezbiyen yazar ve kuramcılarıydı. Rich’in feminist
eleştiriye kazandırdığı “lezbiyen süreklilik” kavramına göre, patriyarkal
sisteme karşı mücadelede bütün kadınlar arasında bir lezbiyen süreklilik
vardır, kadınlara cinsel ilgi duymayan kadınlar da kendilerini politik lezbiyen
olarak görebilir. Ancak ikinci dalganın bu özcü ve kısmen akseksüel lezbiyen
teorileri Audre Lorde, Barbara Smith, bell hooks, Alice Walker, Cherrie Moraga,
Gunn Allen, Gloria Anzaldúa gibi beyaz olmayan lezbiyenler tarafından 80’lere
doğru üçüncü dalga, siyah feminizm ve üçüncü dünya feminizminin etkisiyle hayli
sert eleştirilere uğratılmıştır.
Geyler ve lezbiyenlerin 70’ler boyu süren bu ayrılığı ve
karşı karşıyalığı, 80’lerde bir kırılmaya daha uğradı ve tüm lgbt bireyler AIDS
için bir araya geldi. Bu dönemde ortaya konan eserlerin çeşitliliği, hacmi,
farklılığı ve hitap gücü inanılmazdır. Lgbt için yeni bir ortak mücadele alanı
yaratan AIDS, homofobi ve faşizmi
canlandırmışsa da ironik biçimde hastalık ilerici bir cinsel politikanın da
simgesi olmuştur. Nitekim geniş bir cinsel kimlik ve davranış çeşitliliği
içeren queer [2] kavramı
ilk kez bu koalisyonun içinden çıkmıştır.
Temelini Foucault’dan alan, Deleuze’ün kadın-oluş, akışkanlık,
aradalık, Derrida’nın “ek” (supplement) kavramından ve Lacan’ın merkezini
yitirmiş kimlik modelinden esinlenen çoklu, çelişkili, parçalı, tutarsız,
istikrarsız ve akışkan kimlikleri savunan Q teori, homofobik yaklaşıma karşı
çıktığı gibi onaylayıcı, olumlayıcı eşcinsel yaklaşımı, gey ve lezbiyen
saygınlığı modelini eleştirir. LGBT çevrelerinde hoşgörülmeyen (trans, çift
cinsiyetli, biseksüel ve sado-mazoşistler gibi) bireylerin davet gördüğü ve
görünür kılındığı bir alan olan queer,
90’ların sonuna dek çokça beslendiği feminizm ve LGBT politikaları başta olmak
üzere sınır politikaları, göçmenlik, milliyetçilik, militarizm gibi sayısız
alana girerek eleştirel ve dönüştürücü bir metodoloji olarak da algılanmaya
başladı.
İlk queer grubu
olan Queer Nation, New York'da 1990'da kuruldu. Kuram ilk kez Theresa de
Lauretis tarafından, 1990’da bir konferansın başlığı olarak kullanıldı. Q
kuramının temel metinleri olan iki kitap (Judith Butler, Gender Trouble; Eve K. Sedgwick The
Epistemology of the Closet) da yine aynı yıl yayınlandı. Bu kuramcılara
göre, biyolojik bir “öze” atıfta bulunduğu varsayılan “(biyolojik) cinsiyet” de
aslında bu tertibatın hükmü altındadır ve dolayısıyla “biyolojik bedenin” de
doğallığının sorgulanması gerekir. Bu
aynı zamanda cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim/(karşı cinse) arzu
arasında olduğu varsayılan sürekliliğin de sorgulanması anlamına gelir. Butler’a
göre cinsel hiyerarşi, toplumsal cinsiyeti üretir ve pekiştirir. Toplumsal
cinsiyeti üretip pekiştiren şey heteroseksüel normatiflik değil, heteroseksüel
ilişkilerin ardında yattığı iddia edilen toplumsal cinsiyet hiyerarşisidir. Bu
hiyerarşi, homofobik tutumları üretmekte ve farklı cinsel yönelimleri ötekileştirmektedir.
Türkiye’de ise 12
Eylül 1980 darbesiyle homofobi yeniden canlandı; erkek eşcinseller, travesti ve
transseksüeller aşağılayıcı sıfatlar ve alçaltıcı muamelelerle sürgün edildi;
günümüze dek artan nefret cinayetlerinin tohumları atıldı. Ama bir yandan da
darbenin ardından gelen neoliberal politikalar sayesinde bireyin tüketici
sıfatıyla da olsa öne çıkması, bastırılmış cinsel kimliklerin ifade edilmesine
olanak sağladı. Ten, haz ve seks keşfedildi, cinsel eğilimler sınıflandırıldı,
cinsellik ilk kez üzerinde bu kadar çok konuşulan ve tüketilen bir alan haline
geldi. Demir Özlü, Ferit Edgü, Selim İleri, Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu, Leyla
Erbil gibi yazarlar eserlerinde eşcinsel temalara yer verirken; Attilâ İlhan’ın
Fena Halde Leman (1980) ve Haco Hanım Vay (1984) romanlarında lezbiyenlik
cinsel şiddet, sadizm, pedofili, travestilik gibi klişe kavramlarla harmanlanarak
ele alınmıştır. Dönemin yozlaşma ve cinsel arayışlarla yüklü iklimini özellikle
Ölüm
İlişkileri (1979) ve Cehennem Kraliçesi (1980) adlı
romanlarında işleyen Selim İleri’nin kurmaca dünyasında ise cinsellik,
doyumsuzluk, haz ve acı ile kadınlık ve erkeklik kavramları
geçişimlidir; kadın erkeğe, erkek de kadına dönüşür. (İleri’nin birçok
anlatısında, kadın figürlerin cinsel fantezi ve kurgularında uyguladıkları,
daha çok erkeğe özgü sayılagelmiş sadistik pratikler feminist eleştiri
açısından sorunlu olmakla birlikte transgender
edebiyat için yeni okumalar sağlayacaktır.) 90’larda Murathan Mungan ve Küçük
İskender, Türkiye’de çağdaş bir gey edebiyatın oluşmasında çok önemli katkılar
sağladılar. Mehmet Bilal, Sadık Aslankara, Niyazi Zorlu, Ahmet Tulgar, erkekler
arası aşkı anlatmayı tercih ettiler.
Aynı dönem boyunca kadın yazarlar toplumsal cinsiyeti
eleştirdikleri kadar kadın cinselliğini de tema edindiler ancak, bu romanlarda
lezbiyen ve trans kimliklere rastlamak mümkün değildir, lezbiyenlik henüz kadın yazarlarca sahiplenilmemiştir.[3]
Oldubitti
seks işçiliği temsilinde, iğrenç ve zavallı figürasyonlarda görülen trans
bireyler ise komik, trajik ve cinsel stereotipler dışında, varlık
bilinçleriyle, özyaşamsal deneyimleriyle, ruhsal ve düşünsel alanlarıyla temsil
edilmediler.
Varolan
temsiller içlerinden çıktıkları kültürün ve toplumun homofobik izlerini taşıyor
ve yeniden üretiyor hiç kuşkusuz. Homofobi kendisini her zaman ölüme kadar
varan fiziksel şiddet, aşağılama ya da yok sayma ile göstermiyor. Eşcinsellere
yapılan baskı, kuralları ve ilişkileriyle kadınları da baskı altında tutan
sistemin ürünüdür. Patriyarka, cinsiyetçilik ve homofobi birbirleriyle işbirliği
içerisinde bulunarak farklı yollarla açığa çıkarken, heteroseksizm kendini tek
ve alternatifsiz norm olarak dayatarak diğer cinsel yönelimleri dışlamaktadır.
90’larla
birlikte erkekliğin imkânlarından yararlanan gey kimliği anaakımlaşmaya, ticari
gey çevreler büyümeye başlamıştır. Gey kimliğinin ve yaşantısının aldığı yeni
şekiller, kapitalist toplumlarda fazlasıyla hissedilir olan cinsiyet, ırk ve
sınıfa dayalı ayrışmayı da yansıtmaktadır. 80’lerde bir üçüncü dalga cinsel
radikalizm yaratan queer, 90’lardan
bu yana sıklıkla geyin eşanlamlısı olarak, lezbiyen ve trans bireylerdense gey
erkeklerle bağlantılı olarak kullanılır hale geldi ve dolayısıyla feminizmi
karşısına aldı. Lisa Duggan gibi postfeministler, queer kuramcı ve aktivistleri mevcut kimlik politikalarını ve
erkekliği yücelttikleri için eleştirdiler.
Transgender terimi 90’ların
ikinci yarısında oturmaya başladı; halihazırda bütünü kapsayıcı bir terim
olarak iş görüyor.[4]
Transgender herhangi bir cinsel yönelim değildir, dolayısıyla travestiler, transseksüller, cross-dresserlar[5], interseksüeller, drag
queen ve drag kingler[6], aseksüel ve
biseksüeller ve de kendi atanmış biyolojik cinsiyetini kabul etmeyen herkes transgendered olarak tanımlanabilir.
Transgender kuram,
toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve zorunlu cinsiyetlendirmeye muhalif bir
koalisyon politikası için alan açarken birçok crossgender pratiğini eşcinsellik versiyonları olarak okuyabilecek
lezbiyen ve gey çerçevelerine alternatif sunuyor. Leslie Feinberg, Pat Califia,
Jay Prosser,T Cooper, Kate Bornstein, Annamarie Jagose gibi trans kuramcı ve
yazarların eserleri, bu yeni tanıma temel oluşturmaktadır.
Günümüzde
özellikle ABD’de de, trans siyaseti LGBT aktivizminin giderek en keskin tarafı
haline gelmekteyken Türkiye’de de 90’lardan bu yana varlık gösteren lezbiyen/gey
hareketinin yanı sıra trans bireyler de kendi örgütlülüklerini oluşturmaya
başladı. Günümüzde pek çok şehirde farklı etnik ve cinsel kimliklere sahip bireyleri
buluşturan lgbt örgütlenmeleri -başta Lambdaistanbul ve Kaos GL-, üniversitelerde
lgbt öğrenci dernekleri ve azımsanmayacak bir lgbt kültürü, sineması, literatürü
söz konusu.
Mehmet Murat Somer, dünya edebiyatının ilk travesti
dedektifini yaratmıştır. Peygamber Cinayetleri dizisinin bu estet ve yakışıklı
dedektifi özlenen olumlu bir temsildir. Lubunya
(Selin Berghan), trans görünürlük, ayrımcılık ve eşcinsel cemaat içindeki
kabul sorunlarını dile getiren, Maskeler,
Süvariler, Gacılar (Pınar Selek), trans cemaatinin İstanbul’daki tarihini
anlatan önemli çalışmalardır. Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice’nin hazırladığı Cinsellik Muamması: Türkiye'de Queer Kültür
ve Muhalefet ise yerli queer kuramının
ve politikalarının geçirdiği aşamaları farklı açılardan yansıtan ilk kaynak
kitaptır.
Türkiye’deki lgbt hareketin tarihsel süreç içinde aldığı
yol, heteroseksizm ve homofobiye karşı çıkmak, ayrımcılık ve şiddeti engellemek
için ciddi bir emek sarf ettiği ortada, ancak yine de bu hassasiyetler ve
örgütlenmeler, nefret cinayetlerini, homofobiyi, ayrımcılık ya da hoşgörü
politikalarını bertaraf etmeye henüz yetmiyor. Tüm bu ötekileştirme
politikalarından kurtulabilmek ve lgbt bireylerin temsilini, homofobik
söylemleri analiz edip alternatifler geliştirebilmek için hegemonik erkekliği,
heteroseksüel patriyarkanın derin maddi köklerini, kapitalizmle kurduğu güçlü
ittifakları, sınıfsal ve etnik farklılıkları göz ardı etmeyen bir feminist
bakışa ve birlikte direnmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Queer ve transgender eleştiriden yararlanan böyle bir feminist perspektif, kültürün
ve edebiyatın, toplumsal ve cinsel ideolojilerle nasıl derinden yapılandırıldığını,
cinsiyetçi politikaları ve bu politikaların diğer tahakküm biçimleriyle
ilişkisini görmemiz ve çözümlememiz için gereklidir.
***
Stevens, H. (2011) Gey ve Lezbiyen Yazını, çev. Kıvanç
Tanrıyar, Sel Yayıncılık
Duberman, M. (2008) Stonewall İsyanı, çev. Ceren Günger,
Agora Kitaplığı
Butler, J. (2008) Cinsiyet Belası, çev. Başak Ertür, Metis
Yayınları
Berghan,
S. (2007) Lubunya/Transseksüel Kimlik ve
Beden, Metis Yayınları
Cinsellik Muamması: Türkiye'de Queer Kültür ve
Muhalefet, Haz: Cüneyt Çakırlar,
Serkan Delice, Metis Yayınları, 2012.
Queer Tahayyül, Haz: Sibel Yardımcı, Özlem
Güçlü, Sel Yayınları, 2013.
[1] 1970’de, örgütlü bir şekilde bir
araya gelen lgbt bireyler, Stonewall Ayaklanması’nı andılar. Bir hafta süren bu
anma etkinliklerine de Onur Haftası (Pride Week) etkinlikleri adını verdiler. O
günden beri LGBTT bireylere yönelik baskı, şiddet ve ayrımcılığa dikkat çekmek
için tüm dünyada düzenlenen Onur Haftası ve Onur Yürüyüşü Türkiye’de de 20.
yılını geride bıraktı. Bu yıl “Direniş” temasıyla Haziran Direnişi’nin devamı
olarak örgütlenen yürüyüşte on binlerce katılımcı, AKP şiddeti ve
politikalarına, cinsiyetçiliğe, homofobiye, kadın düşmanlığına ve ezici kimlik
politikalarına karşı birlikte yürüdü.
[3]
Lezbiyen cinselliğe, iki kadın arasındaki aşka,
travestiliğe dair roman türünde örnekler 90’lardan sonra yayımlanmaya başladı.
Bkz: Leyla ile Şirin, Hülya Serap
Doğaner (1992); İki Genç Kızın Romanı,
Perihan Mağden (2002); Ben Kendimi Affediyorum
Tanrım Ya Sen?, Tijen Kino (2002); Bella,
Stella Acıman (2002); Travesti Pinokyo,
Sibel Torunoğlu (2002); Deniz Kızı,
Zeynep Aksoy (2003); Kurtlu Elma Şekeri,
Pınar Orhan Küzenci (2003).
[4] Transgender doğumda kendisine atanan cinsiyete uymayan, kendisinin
başka bir cinsiyete sahip olduğunu hisseden kimseler için kullanılan şemsiye
bir terimdir. Türkiye’deki lgbt hareketi günümüzde travesti ve transseksüel
kelimelerini kullanmamakta, trans sözcüğünü
benimsemektedir.
[5] Karşı cins gibi giyinen kişi anlamında
kullanılıyor. Kadın gibi giyinmekten zevk alan erkek ya da erkek gibi
giyinmekten zevk alan kadın...
[6] Drag genel olarak gündelik hayatında kullandığı cinsiyet kodlarının
tersine kadın veya erkek kılığında gösteriler yapan sahne performansçısına
verilen ad. Drag king erkek, drag queen
ise kadın kılığında şov yapan performansçıların kendileri için kullandıkları
isim.
2 yorum:
Merhaba, Mutsuz ve Doyumsuz Bayanlar Adana ve çevresinde yaşayan, Reel birliktelik düşünen, Gizlilik ve Güven İçerisinde İlişki Arayan Seks'te Sınır Tanımayan ve Ne İstediğini Bilen Doyumsuz Bayanların Mesajını Bekliyorumm
0545 352 25 52 Özele Açık ! Skype™: Dost_erkek01 Whatsapp var
Merhaba, Evli Çiftler Eşi için Büyük ve Kalın Düşünenler.. ( Fotoğraf ispatlı ) Eşinizin Mutluluğuna Engel Olmayın 0545 352 25 52 Özele Açık! Whatsapp Var Skype™: Dost_erkek01 Not:Tek Erkeqim.. Deneyimim var.
Merhaba, Grup seks fante*zisini gerçekleştirme düşüncesinde olan Kararlı Samimi Paylaşıma Açık Gizliliğe Önem Verenler
* Evli Çiftlere 3. Tek ERKEĞİM!
* Kocasının yanında bir başka tene dokunma arzusu olan
* Tost olmayı arzulayan bayanlar
* Karısı gözlerinin önünde başka bir tene dokunurken aldığı hazzı görmek isteyenler beyler
* Sizi tanıyan sizin hassasiyetinizi bilen gizliliğe önem veren deneyimli güvenilir sırdaş samimi dost olarak tanışmak isteyenler
* 0545 352 25 52 Özele Açık ! Skype™: Dost_erkek01 Whatsapp var
Yorum Gönder