Dünyanın Öyküsü dergisi (sayı: 6); "Aşk ve beden" dosyası kapsamında yayımlanmıştır.
“Aşk ve beden” dosyası kapsamında soruşturmanızın
soruları üzerinden beden algısı, toplumsallaştırılmış, cinsiyetlendirilmiş,
tıbbileştirilmiş beden kavramları ve özellikle hâkim ideolojide
ötekileştirilen/denetlenen/erotize edilen ya da kutsallaştıran kadın bedenine
dair yerim yettiğince -biraz genel ve özet- bir perspektif sunmak istiyorum. Aşk
izleği sıklıkla öyküleşirken “öyküleşmediğini” belirttiğiniz bedenden hangi
bedeni kastettiğinizi tam olarak bilmiyorum. Baştan sona bir öykünün ana teması
olmaya niyetli ve buna yeterli fiziksel beden, organik bir düzenek olarak beden
mi? Sembollerle yüklenmiş, kodlanmış beden mi? Bir “izlek olarak aşk” ile bir
“izlek olarak beden”i karşılaştırıyorsak, evet belki bedeni tüm metninin ana
teması ya da merkezi haline getirmiş, bir aşkın hikâyesini anlatır gibi,
yalnızca bedeni tahkiye eden, kahramanı başlı başına beden/ler olan çok sayıda
öykü ile karşılaşmıyoruz.Çünkü, bedenin anlam bilimini yazıya dökmek, tümüyle
bedensel imgelerle kurulmuş bir anlatı oluşturmak, bedensel yaşamı
metinselleştirmek çok kolay değildir. Bakhtin, bedenin ancak grotesk imgeler
yoluyla bir anlam birimine dönüştürülebileceğini, bedeni, iktidar alanının
dışına taşıyan en önemli ve belki de tek edebi bir türün ise grotesk edebiyat
olduğunu belirtir. Groteskin ayırt edici özelliği, bedeni de dünyayı da varlık
olarak değil, varoluş ve dönüşüm süreci olarak temsil etmesidir.[1] Bedenin
bölümlerine ve işlevlerine ilişkin sonraki kuşakların edebiyat bilimcilerinin
“canavarca” bulacağı katalogları birbirine teğelleyen Rabelias’tan beri farklı
bedenlerdeki çekicilik, bedensel kusurlar, ucubeler, tenin kırılma noktaları,
metalin etle birlikteliği grotesk edebiyatın vazgeçilmez motifleridir.
Ne var ki modern liberal, özerk bireyin yaratılmasında
kapanmış ve sınırları çizilmiş beden algısının önemli olduğunu belirtmek
gerekir. Uygarlaşmış beden, Ortaçağın grotesk bedeninden farklı olarak sert,
kapalı, katı, kuru, diğer bedenlere mesafeli, sınırlarını ve sıvılarını denetleyen,
kendine hâkim bir beden olarak düşünülür. 19. yüzyıl sonunda hâlâ üreme ve soyu
devam ettirme gerekliliği oranında toplumsallaştırılan, iktidar tarafından denetim altında tutulan beden bu yüzden de
kendine özgü işleyişi, bölümleri, sıvıları olan bir canlı olarak karşımıza
çıkmaz pek.
Ancak bir yandan da şu var; bedeni aşktan, hayattan, insana
dair tüm anlatılardan, kültürden, politikadan yaşadığı çevre ile diyalektik
ilişkisinden soyutlayıp onu etkileşimsiz, bağımsız, homojen bir alana
hapsedebilir miyiz ki zaten?
Tarih boyunca iktidarların en yüce ideolojik nesnesi olan,
toplumsallaştırılan, medenileştirilen, cinsiyetlendirilen, estetize/erotize/mistifiye
ya da rehabilite edilen; her koşulda denetim altına alınan beden, toplumsal
sınıfın, ırkın, güzellik ve gençlik idealinin göstergesi olan beden bu kadar
kodlanmış ve yüklenmişken bedenin öyküleşmediğini söyleyemeyiz. İçinde insanın,
hayvanın, bitkinin, bedenlenmiş her tür canlının olduğu tüm anlatılarda bir
yerlerden mutlaka görülür ve içinden çıktığı sosyokültürel tarihin, ideolojinin
ve kültürün aynası olur. Gogol’den Nabokov’a, Balzac’tan Canetti’ye, Zola’dan
Hugo’ya, Kafka’dan Artaud’a, Mişima’dan Christa Wolf’a, Elfriede Jelinek’ten
Gombrowicz’e, Borges’ten Calvino’ya, Anais Nin’den Kathy Acker’a, Bataille’dan
Sade’a, Ballard’dan Chuck Palahniuk’a, Hanif Kureishi’den Sadık Hidayet’e, Javier
Marias’tan Ursula K. Le Guin’e dek bedenle politik anlamda derdi olan pek çok
yazar, bedeni tarih boyunca değişkenlik gösteren farklı paradigmalarla temsil
etmişlerdir.
Bedenin bir izlek ya da farklı bağlamlarda nasıl temsil
edildiğini görebilmek için tarihsel süreçte değişen anlamını, ona yüklenen
kodları kısaca hatırlayalım; Antik dönemde yüceltilen, tanrıların, tanrıçaların
mükemmelliği ve kusursuzluğunu simgeleyen beden Platon’a göre ruhun mezarı; St.
Paul’e göre Kutsal Ruh’un mabediydi. Sokrates, Platon ve Aristoteles’in düalist
felsefeleri, beden algısını yüzyıllarca belirleyecek olan düşünsel perspektifi oluşturdu.
Ortaçağ Hıristiyan dünyasında kilise baskısı altında şekillenen beden ruhun
taşıyıcısı, maddi dünyaya ait ölümlü bir nesneydi. Dolayısıyla bu uzun dönem
boyunca aşağılanmış, çilecilikle ve katı kurallarla bedeni zevkler engellenmiş
ve cezalandırılmış, özellikle kadın bedeni en ağır yaptırımlara ve işkencelere
maruz kalmıştır. Rönesans’la beraber yeniden keşfedilen ve bir sanat eseri gibi
estetize edilen beden tekrar “güzel” olarak tasvir edilmeye başlandı. Güzellik,
ruhani iyiliğin yansımasıydı.
Modern felsefenin “babası” Descartes ise insan bedeninin
kutsal/temiz/güzel yorumunu reddederek, bedeni bir makine olarak yorumladı. Ruh
ve bedenin birbirinden ayrı olduğunu düşünen Descartes’ın bu görüşü uzun süre
hâkim olmuştur. Kant, akıl ve beden arasında köklü bir ayrım koyarken insan
bedenine yönelik en ünlü araştırmayı yapan Nietzsche beden üzerinde aklın
üstünlüğünün geleneksel tanımını tersine çevirir. Akıldan üstün tuttuğu bu
beden imgesini temel olarak Antik Yunan’a, heykelsi kusursuzluğa dayandırır
Nietzsche; beyaz, Batılı, estetik, yüce erkek bedenlerine… Keza Marx,
bedenlerimizin sürekli ve düzenli olarak yeniden üretiminden söz ederken cinsel
kimlikler arasındaki ayrımı, cinsiyetlendirilmiş bedeni, patriyarkal
hegemonyayı görmezden gelmiştir. Kadına ait bir beden ve cinsellik tasavvuruna
yer yoktur Marksist kuramda.
19. ve 20. yüzyılda beden üzerine önemli tartışmalar, farklı
alanlarda Feuerbach, Marx, Engels, Darwin, Nietzsche ve Freud tarafından
yapılmıştır. Ancak şu çok nettir ki, düalist yaklaşım içinde bedeni aklın ya da
ruhun karşısına koyan ya da çözümlemelerini patriyarkal bir kültür içinde ve
onun bakış açısıyla yapan her felsefe kadını ötekileştirerek nesneleştirmiş, erkeğiyse
egemen özne olarak ortaya koymuştur. Beauvoir, kadının
sadece cinsiyetinden söz edildiğini belirtir, erkek ise kadın gibi bedensellikle
değil, bedene hükmeden evrensel aşkın özne olarak tinsellik, özgürlük ve akılla
özdeşleştirilmiştir.
Hümanist-politik
birey/düşünen özne, 19. yüzyıldan itibaren bedensel karşılığını erkek olarak
bulmaya başlamıştı. İnsan anatomisi tıp literatüründe erkek bedeni üzerinden
anlatılmış, aslolan bu bedene yapılan “dişil” ilavelerle kadın bedeni ortaya
çıkmıştır. Cinsiyetçi patriyarkal bilimin oluşmasında Havva’nın Âdem’in kaburga
kemiğinden yaratıldığına inanan patriyarkal dini otorite kadar kapitalist erkin
de büyük etkisi vardır. Kamusal mekân, siyaset, bilim, kültür gibi alanlar
erkeğe ait görünürken kadına düşen özel yer, dört duvar arası ve kendi
bedeninin içidir. Bu beden hem denetim altına alınarak kapatılmış ama hem de
kendine ait bir haz alanı yaratmasına, bir beden dili oluşturmasına imkân
tanınmamıştır. Patriyarkal kapitalizm kadınların cinselliğini bir yandan
bastırır, onlara hazzı yasaklarken, bir yandan da kadınları erkeklerin haz
nesneleri olarak seferber eder, kadın bedenini sömürgeleştirir. Eril arzusu,
kadın bedeni üzerine yatırım yapar, onu nesneleştirir ve fetişleştirirken erkek
bedeni ise tam tersine arzu uyandırmamalıdır. Aksi takdirde, böylesi bir arzu,
adaleli bir bedenin ya da romantikleştirilmiş bir fiziksel gücün cazibesine
kapılmaya dönüşebileceği gibi homoerotik boyutlar içeren sapkın bir kadınsılık
şeklinde de damgalanabilir.
Erkekler arası dostluk, gey oluş ve beden üzerine düşünceleriyle
çığır açan Foucault, iktidarın ve mekânın (hapishane,
hastane, okul vb) bedeni nasıl biçimlendirdiğini koskoca bir külliyatla
analiz eder, bedenleri disipline etme tekniğini “tıbbileştirme” olarak
kavramsallaştırır, cinselliğin ve cinsel
farklılığın kimlik için gerekli kategoriler olarak nasıl üretildiğini ortaya
koyarken kadın bedeninin ve cinselliğinin sınırlarını katı biçimde çizen
patriyarkayı temel bir çözümleme kategorisi olarak ele almamıştır. Bir kadın
soykırımı tarihi olan cadı avlarından bedene yönelik şiddet bağlamında hiç söz
etmez. (İktidarın beden üzerindeki
hegemonyası Türk edebiyatında da 12 Mart ve 12 Eylül edebiyatı içinde yoğunluk
kazanmıştır. İşkenceyi anlatan, tasvir eden onca esere rağmen hikâyeyi “beden
politikaları” bağlamına oturtan, kadın bedenine yönelik devlet işkencesini
temel alan pek az eser vardır.) Erkek egemenliğini, yeniden üretimi ve kadınlığı
oluşturan özel etmenleri, kadının özerk bir varlık olarak deneyimlerini görmezden
gelmiştir Foucault tüm iyi niyetine rağmen. Söz edilen
özne, hâlâ bir eril öznedir.
Başta söz ettiğim, bedeni iktidar düşüncesinden ayrı
tasavvur edebilmenin imkânlarına karşı bedenin dil dışı bir gerçeklik olduğunu
ileri süren Bakhtin de beden ve dil ilişkisinden söz ederken toplumsal ve
kültürel olarak kurgulanmış cinsiyet kavramını bir anahtar kavram olarak almaz.
Oysa yazmak cinsiyetli bir edimdir ve beden politik olarak
cinsiyetlendirilmiştir. Lacan ataerkil kültürel düzeni, erkek cinsel organını
iktidar ve arzu simgesi olarak temsil eden ‘fallus’ kavramıyla açıklar. Kadın
ise fallusa sahip olmayan olarak sembolik düzenin (dil, yasa, kültürel düzen
v.s.) dışında kalacaktır. Kadınlar erkekler tarafından yapılmış bir dil içinde
ama bir yandan da bu düzenden itilmiş, dışlanmış olarak yaşamak zorundadırlar.
Yazar olarak otoriteye sahip erkek yazar, fallusuyla üremeyi sağladığı gibi
fallusun simgesi olan kalemiyle de metnin babası ve kurucusu konumunu korumuştur
eskiden bu yana. Norman Mailer, romanın
bizzatihi bir “great bitch” (koca fahişe)
olduğunu iddia eder. David Lodge, “kurmacanın asla bakire olmadığını,
sözcüklerin daha önce başka adamlar tarafından saldırıya uğramış biçimde yazara
geldiğini” söyler. Derrida, kalemi bakire bir sayfa üstündeki penis imgesiyle
karşılar. Alberto Moravia Io e lui
adlı romanında penisini kişileştirir; io, kendisi, lui’de küçük Alberto’dur.
Luigi Malerba’nın başyapıtı Babafingo’nun kahramanı yine bir erkeklik
organıdır. Eserlerinde güçlü ve muktedir erkek bedenini özellikle penis
metaforlarıyla işleyen, ya da kadın cinsel organlarını erotik/sadistik bir
listelemeyle kullanan Sade, Sacher-Masoch, Lawrence, Henry Miller, Norman
Mailer, Jean Genet gibi yazarların eserlerinde kadınlar itaatkâr cinsel
nesneler olarak kurgulanırken bedenler ve cinsel organlar teatral biçimde
nesneleştirilir, fetişleştirilir. Charles Bukowski’nin, “15 cm” adlı öyküsü bu
anlamda ironiktir. Karısının zorunlu diyet programı sonucu bir erkeğin 15
cm’lik bir penise dönüşmesinin hikâyesidir bu.
Edebiyat tarihinde çok sayıda erkek yazar, yaratıcı
kapasiteyi beden konfigürasyonlarına benzeterek açıklamıştır: Kalem, metaforik
bir penistir. Erkek yazarlar için yazma ediminin zaten bedensel/fallokratik bir
erk olduğu bir edebiyat ve yaratıcılık ortamında bedenin öyküleşmediğini
söylemek çok da doğru değil. Belki kadın bedeninin, kadın yazarlar tarafından
yeteri kadar öyküleştirilmediğini söylemek daha doğru…
Ben kadın yazarların eserleri ve feminist edebiyat üzerine
çalıştığım için bedene de bu perspektif ve feminist bilgiyle yaklaşıyorum. Dil
dışı bir alana itilen kadının bu durumda hangi araçlarla yazacağıyla, kendi
bedenini nasıl, hangi dille anlatacağıyla ilgileniyorum.
Kadın
bedeni ve cinselliği erkek egemen edebiyatta nasıl imgelendirilir? Kadının
bedenini, cinselliğini, arzularını yansıtan sözcükler edebiyata girmiş midir?
Bu duygular temsil edilir mi? Nasıl temsil edilir?
Dil ve beden
arasında: Kadın yazısı
Kadınları bedenselleştiren, cinselleştiren ve biyolojisinden
dolayı zayıf ve kırılgan bularak sadece üreme ve çocuk bakımı gibi işlere uygun
olduğunu söyleyen patriyarkal görüşler, “kadınlık” hakikatinin yaratılması
süreciyle bağlantılıdır. Erkek egemen kültür ve toplumun hassasiyetleri ve
hamasi diliyle tanımlanan/kurgulanan bu “kadınlık” özü, iffet, namus,
edilgenlik, tinsellik, doğurganlık ve cinsellik imgeleriyle yüklenerek kadını
itaatkâr bir nesne olarak sabitleştirir. Ortada kendi gerçekliği içinde bir
kadın değil, eril arzu, fantezi ve beklentileri tatmin etmek üzere kurgulanmış,
tarihsel ve kültürel olarak hiç değişmeyen evrensel bir prototip vardır. Kadının
özdeşleşeceği “kendi-imajları” çoğunlukla kadını ikinci cins olarak takdim eden
imajlardır ve kadın bu imajlarla kendine rağmen özdeşleşmek zorunda bırakılır. Kadın,
kendi bedeninin gerçeklerini unutarak ya da bedenini ortaya koymayarak
varlığını eril özneye göre sürdürmeye devam eder.
Kadına içkin olduğu iddia
edilen bu öz oysa, kadınların tabiyetini gerekçelendirmeye ve hiyerarşiyi
güçlendirmeye yönelik ideolojik, kültürel ve toplumsal bir inşadır. Erkeklerin erkekliklerini kurmak için
“öteki”leştirdikleri referans noktası olarak kadınlar tüm bu anlam dünyalarında
ortak ideolojik klişeler içine hapsedilmişlerdir. Ya eril göz için erotik hale
getirilmiş, cinsel organlara bölünmüş ya yeniden-üretim ve soy-sürdürücü
politikalar için araçsallaştırılmış, üreme ve cinsellik/arzu olmak üzere çifte
anlamla üretilmiş, her şekilde iktidar
tarafından cinsiyetlendirilmiştir kadın bedeni. Yanı sıra kadınlar ve
duygusallık/hassaslık/zayıflık arasında kurulan ilişki, tıbbi bilimsel
söylemlerde eleştirilmeksizin bir olgu olarak literatüre geçmiş ve kadınlara da
içselleştirilmiştir.
Kadın yazarlar kamusal alana ve toplumun önüne kişilikleri, davranışları,
akılları ile çıktıkları zaman erkek dünyasına kabul edileceklerine inandıkları
için uzun süre bedensel yaşantılarına hiç yer vermemişlerdir. Ya bunları çok
örtük, metaforik ifadelerle anlatmış ya romandaki erkek kahraman aracılığıyla
yansıtmış ya da bizzat erkek ismi kullanmışlardır. Kadınları bedenlerine
yabancılaştırarak, bedenlerine dair duyumsamalarını, hazlarını gizleyerek
yazmak zorunda bırakan, kadını beden olarak tanımlamış bu edebi/felsefi
gelenek, kadın yazarı da kendi bedeniyle hesaplaşmaya iter. Kadının yazdığı,
kendine ait olduğunu sandığı beden gerçekte nedir, yazıya hangi beden
katılıyor, hangi beden kendini saklıyordur?
Bu karmaşık bilinçaltında
ruhu ve bedeni arasında sıkışan kadın motifini görürüz. Bu kadın, 19. yüzyıl
edebiyatındaki histerik, günümüz edebiyatındaki depresif kadındır. Kadın
ve histeri arasındaki bağ, etimolojik açıdan da onaylanarak Yunanca uterus kelimesinden gelen histeri,
“gezgin rahim” rahatsızlığı olarak tanımlanmıştır. Kadını irrasyonel,
içgüdüsel, duygusal, “asabi cins” olarak tarif ederek kadının ruhsal ve zihinsel
sorunlarını, “hastalık üretmeye müsait” cinsel organları dolayımıyla açıklayan dönemin
tıp ve bilimi, kadında zihinsel aktivitenin, yüksek öğrenimin, kitap okumanın deliliğe
ve histeriye neden olduğunu iddia ederek, kadınları iyileşmeleri için geleneksel
anne-ev kadını rollerine çağırıyordu. Yaşar Çabuklu’nun Bedenin Farklı
Halleri’nde belirttiği gibi, histerinin tam da kadınların kamusal alanda
konuşmaya başladığı bir dönemde eril tıp söylemince üretilmesi hayli
düşündürücüdür.[2]
Birçok feminist kuramcı,
kadınla özdeş bu hastalıkları, kadın bedeninin kültürel tanımlarına bir tür
direnme olarak inceler. Teresa de Lauretis, egemen söylemin Oidipus üçgeni
kurgusundan sıyrılarak temsilin yapıbozumunu önermiştir. Julia Kristeva,
Luce Irigaray, Michele Montrelay, Helene Cixous gibi postyapısalcı feministler,
eril kuramlara karşı alternatifler geliştirerek, histeriyi kadının dilsel ve
kültürel sistemler içindeki yokluğunun yerini dolduran bir imkân, kadının
protestosu olarak tanımladılar. Kadın histeriğin sessiz ya da sözsel olmayan
beden dili, patriyarkaya meydan okuyan bir kadın dili olarak, bilinçdışının
bedensel konuşması olarak belirmektedir. Cixious, Irigaray ve Kristeva’nın
feminist edebiyat eleştirisine taşıdığı bir tür teknik olan “Écriture féminine”
histeri, kadın dili ve edebiyat arasında ufuk açıcı bir bağ kurar ve bedeni,
yazı ve yazmak eylemi üzerinden tanımlar. Kadın histeriğin bedensel jestleri,
modernliğin eril, disipliner, sosyal kodlarına karşı grotesk bedenin anarşik
jestlerini karnavalesk biçimler altında ortaya koymaktadır. Dolayısıyla kadının
bedeninden gelen bu dilin en önemli özelliği egemen dil kurallarını bozması,
eğip bükmesi ve altüst etmesidir. Irigaray, kadın histeriğin bedensel bir
söylemi ifade ettiğini ve histerinin bir meydan okuma olduğunu söyler. Kadın
histeriğin bedenini “uçan beden” olarak tanımlayan Cixous ise bütün histerik
kadınları yazmaya davet eder. Kadının erotizmini, evrenini ve kendi kültürünü
yazması, bedenden başlayan bir süreçtir. Cixous, yazma ediminin, kadının
konuşma karakterine benzediğini ve konuşmada sınırları zorlayan kadının yazın
alanında da kendine bir uzam oluşturması gerektiğini, dil ve beden arasında
kurulan ilişkinin dişilik ve yazın arasında da kurulabileceğini söyler. Juliet
Mitchell de aynı görüştedir; kadın yazını kesinlikle histerik olmalıdır.[3]
Feminizm ve beden
politikaları
Kadın bedenini bir eksiklik
üzerinden değil de olumsallık olarak tanımlamak için bedenin
temsilini yeniden ele almak
ve psikanalitik veya bilimsel özne ve beden açıklamalarına karşı farklı
yaklaşımlar geliştirebilmek için feminizmin kimlik ve özne tanımlarını yapması
ve patriyarkanın kapitalizmle kurduğu ortaklığın mekanizmalarını iyi
çözümleyebilmek gerekir.
Eğitim hakkı ve kadın-erkek eşitliğini savunurken “özel olanı”
el değmeden bırakıp zihni bedenden üstün tutan liberal feminizmin aksine
radikal feministler, kadınların bedenleri üzerinde -cinsel kölelik, dayak, taciz,
tecavüz, pornografi, doğum kontrol yöntemleri, jinekoloji, plastik cerrahi vb.-
kurulan erkek egemenliğine karşı duran politikalar izlemişler, sanat ve edebiyattaki cinsiyetlendirilmiş kadın ve
beden imgelerini sorgulamışlardır.
Feminist işlerde, erkek diline, sembolik düzene ve eril
göstergelere karşı yeni bir dil oluşturmak, öncelikle bedenden ve kadına özgü
kılınan alanlardan başlayan bir süreçtir.
20. yüzyılın başından itibaren pek
çok kadın yazar ve sanatçı cinselliklerine, özellikle de Freud’un negatif
imgeler haricinde temsil edilemez buyurduğu vajinalarına sahip çıkarak cinsel
organlara dönük bir sembolizm, dişil bir otoerotizm yaratmışlardır.
Colette, heteroseksüel kadın
bedenleri dışında da bedenler olduğunu hatırlatmış, Anais Nin, cinsel
organlarını eğretileme olarak kullanarak bedenin ritmlerini özgürce dillendirmiş,
70’lerin radikalleri arasındaki Germaine Greer ve Judy Chicago (“vajina sanatı”nı
akademiye sokmuştur) öncülüğünde Jane Arden (69’da yazıp oynadığı “Vagina Rex
and Gas Oven” bir kadının toplumca kendisine empoze edilmiş aşağılık duygusuyla
uzlaşma çabasının anlatıldığı mükemmel bir eserdir), Faith Wilding, Carolee
Scheneeman, Annie Sprinkle, Hannah Wilke, Boryana Rossa, Birgit Jürgenssen, Valie Export oldubitti erkekler tarafından
temsil ve denetim altında tutulan çıplak bedenlerini bizzat kendileri temsil ve
“teşhir” ederek bedenin kültürel dramasını ve
iktidara direnişini yeniden canlandırmışlardır. Barbara Kruger’in 80’lerde,
“bedenin, senin savaş alanındır” mottosundan yola çıkan feminist sanatçılar -Marina
Abramoviç, Ana Mendieta, Jo Spence, Gina Pane, Orlan- ise acı ve haz
mekanizmalarını, tıp ve psikanaliz disiplinlerini sorunsallaştırarak, kendi
bedenlerine bizzat acı verici pratikler uygulamışlardır. Üretilen ve sergilenen
beden, postmodern kültürün haz ve tüketime
odaklanmış genç, dinamik ve kusursuz bedeninin tersine acı, iğrenme, endişe, korku, yabancılaşma yaratacak bir
bedendir. Kristeva’nın zillet kavramından yola çıkan kadın sanatçılar,
bedenlerine ve bedenlerinin ürettiği salgılara duyulan tiksintinin (abjection)
yabancılaştırma yoluyla azamiye ulaştırılarak sağaltılmasını amaçlarlar.
Bu bağlamda söz etmekte fayda var;
bedeni feminist sanattaki veçhesiyle işleyen çok önemli bir kısa roman Don
DeLillo’nun Beden Sanatçısı’dır. Bedenin sınırlarına meydan okuyan ve
kadın öznenin kuruluşunu eleştirmek için onu kendi istediği gibi yeniden
tasarlayan beden sanatçısı Lauren Harkte’nin beden-edimsel dünyasını anlatır.
Kendini baştan aşağıya değiştirdiği performanslarında, kadınlığını öyle güçlü
ve gizemli biçimde sunar ki Lauren, bedeni, zaman zaman çiftcinsiyetli olur,
farklı cinsiyetleri ve bir yığın müphem cinsiyeti, ara durumu kapsar. Antonia
Susan Byatt’ın hikâyeleri de bu tür bir okumaya açıktır. “Beden Sanatı”
öyküsünün kahramanı, bir hastanenin kadın hastalıkları koğuşunda, bedenine,
kürtajlardan artakalan embriyonları ve türlü iğrenç ifrazatı iliştirerek
performanslar sergileyen Daisy Whimple’dır. Sergilediği bu işlerle gerçek bir
acıyı, incinme duygusunu ve kadın bedenini tehdit eden şeyleri işaret etmeyi
amaçlayan Daisy’ye göre eğer bir insan hayatını anlamak ve iyi yaşamak
istiyorsa bedenle ilgilenmelidir. Byatt’ın Küçük Kara Hikâyeler Kitabı’ndaki
diğer öyküler de irkiltici güçlerini tensel yaralara, yarıklara, bedensel
tekinsizliklere, fiziksel dönüşümlere yani grotesk olana borçludur. Çok
sevdiğim bir başka kadın yazar Joyce Carol Oates’ın hikâyelerindeki bedenler
ise erkekler tarafından hırpalanmış, incitilmiş, yaralanmış, tecavüze
uğratılmış genç kız bedenleridir çoğunlukla. Kadının bedenine ve ruhuna yönelen
şiddetin aile ve ev içi görünümlerinin yanı sıra kadının kendi bedeniyle bir
türlü barışamaması, geçmişte yaşanılan travmaların yükünü bir türlü
atamamasıdır bu hikâyelerin ortak noktası.
19. yüzyıldan -kültürel
feminist Charlotte Perkins Gillman’dan- bu yana kadınlar tarafından yazılan
ütopyalarda ise kadın bedenine yönelik devlet şiddeti ve kurumların şiddeti ana
tema olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Modern devletin beden kavrayışı ve
cinsellik söylemi bedeni abiyotik bir organizma olarak tahayyül eder. Bedenin
denetim altına alınması bedenin iktidar tarafından ele geçirilmesiyle eşzamanlı
gerçekleşir. Marie Darrieussecq’in Dişi Domuz’u bir parfümeri dükkânında
çalışırken fahişeye dönüşen genç kızın geçirdiği değişim sürecindeki bedensel evreleri
ele alır. Margaret Atwood Damızlık Kızın Öyküsü’nde cinsiyet
hiyerarşisini olanca vahşiliği ve ürkütücülüğü içinde sorunsallaştırırken kadın
bedeninin makineleştirilerek kadının nasıl “iki ayaklı rahim” muamelesi
gördüğünü dile getirir. Seküler ve dini iktidarların doğum kontrol politikaları
da bu eserlerin önemli meselelerindendir. Marge Piercy’nin Zamanın
Kıyısındaki Kadın, Zoe Fairbairns’in Kadınlar Kulesi, Liz Jensen’in Yumurta Dansı ile Tufandan Sonra adlı
romanlarında ve Hillary Jordan’ın Uyandığında
adlı distopyasında kadın bedeni devletin malı haline gelmiş, kürtaj ve evlilik
dışı cinsellik yasaklanmış, kadın bedenine kesilen ceza ve işkence
olağanlaşmıştır.
Radikal, anarşist ve sosyalist feminizmlerin kültür
politikası içinde, kadın bedeni üzerindeki patriyarkal, kapitalist ve
militarist iktidarı yıkmak, yeni ve özgürlükçü yaşam, ifade ve dil
alternatiflerini inşa etmek vardır. Bu, dilde ve yazında da bir devrim
gerektirir. Kadınlar kendi bedenlerini, tutkularını ve hazlarını anlatarak kadın
merkezli bir cinsellik için çaba sarf etmelidirler. Cixous’un dediği gibi yazı kadının bedenidir ve yazarak kendinden
çalınan bedeni geri almalıdır. Postmodern feministlerin etkilendikleri önemli
kuramcılardan Deleuze & Guattari’ye
göre de çalınan ilk beden kız çocuğununkidir. Toplum önce kızın bedenine
müdahale ederek kurar, sonra da arzu nesnesi olarak biçimlenen kıza göre yerini
alan oğlan çocuğun sırası gelir. Ancak küçük kız bu kez mağdur değil, bir
direniş figürüdür.
Irigaray, Spivak, Cixous, Gallop
ve Butler gibi feministler, bedeni tarihin ve kültürün dışında
biyolojik bir veri ve tabula rasa gibi gören beden/ruh,
doğa/kültür ikiliğini yineleyen
cins/cinsiyet ayrımı
bağlamında değil, göstergeler ve temsiliyet ağında etkin bir faillik olarak
yorumluyorlar. Cinsiyetli bedenin,
ancak performe edileceğini, onu oluşturan söylemleri ve edimleri önceleyen
ontolojik bir statüsü bulunmadığını vurgulayan Butler’a göre toplumsal,
kültürel, tarihsel bağlamdan koparılmış bedenin sahibi belli değildir. Donna
Haraway ise doğal olanla makinesel olan arasındaki sınırların müphemleştiği çağımızda
hepimizin, organizmayla makinenin oluşturduğu melez varlıklar, siborglar
olduğumuzu söyler.
Modernist dönemin bir bütün olarak düşünülen beden anlayışı
postmodern dönemde tam tersine çevrildi, estetik ve bütüncül beden parçalara
ayrıldı, cinsiyet, güzellik, sağlık söylemlerinin katı yükünden kurtularak
muğlaklaştı ve hesap edilemez hale geldi.
Tüm bu söylem karışıklığı, serbestliği ve ihlal stratejileri
içinde günümüzde kadın bedeniyle birlikte normdışı ilan edilen bedenlerin
feminist çalışmaların yanı sıra queer ve
transgender politikalarıyla sakatlık
çalışmalarının siyasi öznesi olarak konumlandırılması ise son derece
sevindirici.
Türk edebiyatında kadın
bedenine kısa bir bakış
Batı edebiyatından ve romanından etkilenen Türk edebiyatında
da beden önceleri kendi halinde bir organizmayken tarihsel süreç içinde farklı
anlamların taşıyıcısı olmuş, bireysel ya da siyasi iktidarlarca düzenlenmiş ve
denetlenmiş halde kurmacalarda yerini almıştır.
Köy romanlarında, halk hikâyelerinde, seyirlik oyunlarda daha
grotesk diyebileceğimiz bir yerde durur beden; henüz medenileşmemiştir, daha
kabadır, yabanidir. Berna Moran’ın belirttiği gibi, “köylülerin ilkelliğini,
içgüdüleriyle yaşayan hayvanlar gibi doğaya yakınlıklarını” anlatmak için daha
hayvani, sınırları muğlak bir beden imgesine başvurulmuştur. Bu anlamda
muğlaktır belki ama bu beden tam anlamıyla güçlü bir erkek bedenidir. Tanzimat’la
birlikte Batılılaşmayı kutlayan yazarların eserlerinde Batılı, sınırları dışa
kapalı, teni dahi şıklaşmış, kentli bir beden; Batılılaşmayı eleştiren
yazarlardaysa hastalıklı beden imgesi önem kazanmıştır; bedensel eksiklik
simgesel bir değerdir. Yozlaşmış beden
sıklıkla kadın bedeni/hastalıkları (histeri) üzerinden temsil edilmiştir.
Cumhuriyet devri Türk edebiyatında beden yapısı, bedensel
davranışlar ve kişilik ilişkileri önemli detaylardır; bedensel tasvirler,
metaforlar, beden örüntüleri, psikolojik tahlillere, yardımcı olmak ve roman
karakterinin ruhsal durumunu okura kavratmak için kullanılmıştır. Cumhuriyetin
inşasında ve modern Türkiye’nin oluşumunda kadın bedeni ise çağdaş Türk
erkeğinin tamamlayıcısı olmakla birlikte militarist söylemin nesnesi olmaya da başlayacaktır.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Kemalist baba’larının yetiştirdiği ‘Cumhuriyet
kızları’ sınıfsız, zümresiz, tek kültür tek ses-tek kimlik ilkesiyle tanımlanmışlardır.
En önemlisi cinsiyetsiz bedenlerdir bunlar. Kamusal alanlara çıkabilmek ve
vatanına, milletine, ailesine yardımcı olabilmek için erkeksi giysilere, beden
jestlerine, eril hasletlere bürünmesi arzu edilen bir durumdur. Milli Mücadele’nin içinde aktif olarak yer
alan Halide Edib, Türkün Ateşle İmtihanı’nda kendini cinsiyetsiz bir
kadın olarak tanımlarken Cumhuriyet
Türkiyesi’nde kadınların kamusal hayata hangi koşullarla kabul
edilebileceklerini de anlatıyordu: Cinsiyetsiz ve erkeksi. Yeni Turan’ın Kaya’sı, Tatarcık’ın yakışıklılığı, kısa saçları ve kaslı bedeniyle
betimlenen Lâle’si erkek gibi oluşlarıyla övülürler. Dönemin edebiyatında sıkça
görülen bu erkeksi kadınlar, bir erkeğe duydukları romantik aşk ile kadınlık
alanına geri çağrılırlar. Erkek giysilerinden kurtularak kadınsılaşırlar,
kadınsı jest ve mimiklerle donatılırlar ve ancak o zaman evlilik ve annelikle
ödüllendirilirler.
Batılı anlamda “feminizm”
kavramı, Türkiye’de kadın yazarlar arasında da ancak 80’lerde kabul görmüştür.
Bu temelin oluşumunda sosyalist kadınlar ve 70’lerin özgürlükçü kadın yazarları
yer alır. 70’lerde özgürleşme sürecindeki
kadını siyasal, toplumsal, entelektüel, tinsel, duygusal, etik açılardan bütün
olarak kavrayan; kadınlık bilincini ve dişil öznelliği yansıtan, cinsel
farklılığı kadının bakış açısıyla sunan çok değerli romanlar, hikâyeler yazılmıştır.
Geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini, erkek şiddetini ve patriyarkal
mekanizmaları eleştiren Sevgi Soysal, Füruzan, Adalet Ağaoğlu, Tezer Özlü,
Sevim Burak, Tomris Uyar, Nursel Duruel, Erendiz Atasü, İnci Aral, Pınar Kür hikâyelerinde,
kendi bedenlerinden yola çıkarak kadın cinselliğini ve bedenini ataerkil
yargılardan ve sansürden yara almadan dile getirmeye çalıştılar. Özellikle
Nezihe Meriç ve Leyla Erbil’in kadın karakterlerinin ataerkil kültür değerlerine
karşı kadın olmanın bilincine vardıklarını ve bunu da önce bedenlerini anlatarak
ifade ettiklerini söyleyebiliriz.
İkinci dalganın etkisini tam olarak gösterdiği 80-90’lar
döneminde Türkiyeli feministler bedenlerine, arzu ve hazlarına karşı savunmacı
bir politika izledilerse de günümüzde heteroseksizmin kutsadığı bedenleri
sorgulayan, cinselliğini adlandıran ve tanımlayan, kadın bedenini
şekillendirmeye çalışan kurumlarla iktidar arasındaki ittifakların bilincinde
kadın yazarların varlığından söz etmek mümkün.
Beden kavramıyla politik bir bağ kurması, iktidarın beden
üzerindeki farklı etkilerini göstermesi ve anlaşılırlığın sınırlarındaki
bedenleri metinselleştirmesi açısından önemli bulduğum yazarlar ise -yukarıda
isimlerini andığım kadın yazarların yanı sıra- Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nahid
Sırrı Örik, Pefami Safa, Bilge Karasu, Enis Batur, Selim İleri, Necati Tosuner,
Murathan Mungan, Ayşegül Devecioğlu, Fatih Özgüven, Müge İplikçi, Nâlân
Barbarosoğlu, Murat Uyurkulak ve Mine Söğüt.
1 yorum:
Merhaba, Mutsuz ve Doyumsuz Bayanlar Adana ve çevresinde yaşayan, Reel birliktelik düşünen, Gizlilik ve Güven İçerisinde İlişki Arayan Seks'te Sınır Tanımayan ve Ne İstediğini Bilen Doyumsuz Bayanların Mesajını Bekliyorumm
0545 352 25 52 Özele Açık ! Skype™: Dost_erkek01 Whatsapp var
Merhaba, Evli Çiftler Eşi için Büyük ve Kalın Düşünenler.. ( Fotoğraf ispatlı ) Eşinizin Mutluluğuna Engel Olmayın 0545 352 25 52 Özele Açık! Whatsapp Var Skype™: Dost_erkek01 Not:Tek Erkeqim.. Deneyimim var.
Merhaba, Grup seks fante*zisini gerçekleştirme düşüncesinde olan Kararlı Samimi Paylaşıma Açık Gizliliğe Önem Verenler
* Evli Çiftlere 3. Tek ERKEĞİM!
* Kocasının yanında bir başka tene dokunma arzusu olan
* Tost olmayı arzulayan bayanlar
* Karısı gözlerinin önünde başka bir tene dokunurken aldığı hazzı görmek isteyenler beyler
* Sizi tanıyan sizin hassasiyetinizi bilen gizliliğe önem veren deneyimli güvenilir sırdaş samimi dost olarak tanışmak isteyenler
* 0545 352 25 52 Özele Açık ! Skype™: Dost_erkek01 Whatsapp var
Yorum Gönder